1 Ekim 2009 Perşembe

yol

Hayatlarımızda karşılaştığımız insanların tek bir ortak noktası var, hepsi bir yerden geliyor, bir yere gidiyorlar. Bu insanları birbirinden ayıransa kiminin gittiği yere doğru giderken daha kendinden emin yürümesi, adımlarını atarken kah yeri, kah yüreğimizi titretmesi, kimininse gittiği yerden emin olmaması, bu emin olamama halinin adımları üzerindeki yansımasının da ağır aksak, özensiz, gevşek adımlar olması. Öyle gevşek adımları ki kendileri takılıp düşer ya da düşmenin eşiğinden dönüp dururlar, kendileri düşmediklerinde de size bir çelme takmaları işten bile değildir. Çünkü bu türler kendinden emin olmadıklarında başkası da şaşırsın ister, çünkü kendi rotaları yoksa herkes kaybolsun ister, çünkü kendileri mutlu değilse, herkes umutsuzluğa düşsün ister. Acı çeksin istemez belki, çünkü umutsuzluk her zaman acıdan daha acıdır.
Otobüslerin camına, trenlerin camına, vapurların demirine dayanıp ufuklara, uzaklara bakar insan yolda. Şanslıysa denize, gökyüzüne bakarak sürdürür yolculuğunu, yerlerdeki çizgilere takılır gözü, yolun kenarında arada görünüp sonra küçülerek kaybolan insanlara, hayvanlara. Ya da şanssızlıktan veya kendini mecbur ettiğinden karanlık duvarlara ya da başkalarının suratlarına bakarak sürdürür yolculuğunu. O zaman yol kenarında küçülen insanları, hayvanları, hava yavaştan kararmaya koyuldukça ışıkları keskinleşen direkleri görmez, başkalarının suratlarında kendini arar, karanlık duvarlara çarpa çarpa içi kararır.
Yola çıkmak, yolda olmak hep güzeldir. Denize bakmak gibi, uzaktaki kara parçalarındaki ışık kümeleri gibi. İnsan ne zaman başladığını bilemez her zaman yolculuğunun, ama denize mi bakıyor, karanlık duvarlara mı, bunu hep bilir.

20 Ağustos 2009 Perşembe

The Saint of Incipient Insanities



Okumak için geç kaldığımı düşünüyordum aslında, ama tam zamanıymış aslında Araf'ı okumanın. Daha önce ya da daha sonra bu kadar anlamlı olmazdı. Bazı yerlerinde sıkılsam da, bu kadar uzatması gerekmezmiş de desem, karakterlerini anlatışı, onları hikayelerin içine oturtuşu ve ördüğü ağlarla kahramanlarını hayat kadar iç içe geçmiş bölmelerden oluşan bir karmaşaya sürüklemesiyle hayranlığımı kazandı Elif Şafak. Bazen yüzeysel ve basit görünse de hayata dair tespitleri ve yargıları, bazen de vurucu denebilecek kadar derindi. Benim için en önemlisi karakterleri çok gerçekti, o kadar gerçekti ki sonunda olup biten beni ağlattı, bulunduğum yerden çıkarıp romanın içine yerleştirdi, tekrar bulunduğum yere dönmem bayağı bir zamanımı ve enerjimi aldı.

Ömer'iin dinlediği şarkılar her zaman bağlama uygunluğuyla hoşuma gitti, bu da romanıyazmak kadar zor olmalı bence, her seferinde nereye o şarkı dinleme aralığını yerleştireceğini ve hangi şarkıyı seçeceğini bulmak.

Kitabın bir başka ilginç yönü de İngilizce yazılıp Aslı Biçen tarafından Türkçe'ye çevrilmesi. Aslı Biçen çevirinin hakkını vermiş diyorum tek cümleyle anlatmam gerekirse. Hem çeviri olduğunu, bu ifadelerin aslında başka bir dile ait olduğunu hissettiriyor okura, hem de kelimeleri, sözdizimleri, ifade biçimleriyle akıcı ve okuyanı rahatsız etmeyen, hiç duraklamayan bir metin sunuyor. Kendisi bir başka roman harikası olan Fransız Teğmenin Kadını'nın da çevirmeni, ayrıca Doris Lessing çevirileri de varmış.


...
İnsanların şimdiki kişiliklerinin penceresinden bakıp, ya küçümseyerek, ya acıyarak ama mutlaka araya bir mesafe koyarak geçmişteki hallerini aktardıkları şu "başarı hikayelerinden" birinde boy gösterip ışıyabileceğini düşünerek kendiyle dalga geçerdi Gail. Meme kanserini yenmiş kadınlar, hırpalanmış halde boşandıktan sonra kendi işini kuran ev hanımları, okulda harikalar yaratan zihinsel özürlü çocuklar... kendi hikayesi de ortalama Amerikalının büyük takdirle karşıladığı hikayelerden olabilirdi. "Ürkek'ten Cevval'e" başlığı atılabilirdi onun hikayesine. Böyle bir başlığı gören hiç kimse onun şimdi korkusuz olmasının artık ürkek olmamasından değil, ha ürkek ha cevval olmuş, ikisinin de onun için zerrece önem taşımıyor olmasından kaynaklandığını anlayamazdı.
...

14 Ağustos 2009 Cuma

huzur...

Eve döndüm, eve mi döndüm, neresi ev derken ev-yabancı-memleket kavramlarına dair klişeleri tüketmiş olduğumu umuyorum. Şu an bulunduğum yerden denize bakarken tek düşündüğüm de "burada" kalmak... Ne zamana kadar bilemem, insanın döneceği bir "zorunluluk" olmaması güzelmiş, tadını çıkarmak lazım.

Hayattaki anahtar kelimenin kasmamak olduğunu da bir kez daha anladım şu günlerde. Neyi neden sevdiğimi veya sevmediğimi düşünürken yenilerini keşfetmek, eskilerini de istemediğini fark etmek ve hiçbir şey hissetmeden geride bırakmak güzel. Hayatın doğal akışına karşı çıkmamak yani.

Senelerdir nerede yaparız bunu dediğim herkesi ellerinin aynı anda havaya kalktığı sahneyi yaşamak da güzeldi, ama eksik kalmadı mı, kaldı. Önce Bilir Kişi Raporunu andım, orada olmaması gecenin akışını öyle bir etkiledi ki. Sonra son SO akşamında yanımda olanlar orada da yanımda olsunlar, sabaha kadar durmadan dans edelim, ne kadar yorulduğumuzu durana kadar fark etmeyelim istedim. O da olmadı, bir daha da ne zaman olur, kim bilir...

Bilir Kişi Raporu, bu kapanış sana:) Bu sene senden ilk defa bir doğum günü hediyesi isteyeceğim! Ne isteyeceğimi tahmin etmiş olabilir misin acaba:)

29 Temmuz 2009 Çarşamba

tanıdıklık

Başka bir his tanıdıklık, tanışmaktan, bilmekten çok öte. Rahat olmakla, güvende hissetmekle, biriken anılarla, bakışarak anlaşmakla, birlikte susup durabilmekle ilgili... Burada olmanın güzelliği tanıdıkların arasında olmak en çok, özlediklerime kavuşmak.

Bilir kişi raporu ve Talihsiz şeyler kişisini buradan bir kez daha kucaklıyorum:)

28 Temmuz 2009 Salı

bu şehir bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor...

İstanbul'a ilk defa gündüz gözüyle kuş bakışı bakıp, boğaz köprüsüne selam verdikten sonra adaların üzerinden süzülerek toprağa ayak bastığım an heyecanlandım. Berlin'i terk etmeden birkaç saat önce Hrabar "hadi artık gidelim" dediği an ayak uçlarımdan beynime doğru yükselen heyecan gibi tıpkı. Sonrası böyle perde gibi inen bir sıkıntı, ne yapacağını bilememe, yerleşmeye çalışma, yorulma hali. Sonra babamın yemek sonrası yürüyüş teklifi ve bu şehrin benle dalga geçmesi.

Evimizin birkaç sokak ilerisinde Ataşehir Belediye'sinin düzenlendiği şenlik nedeniyle kurduğu panayır alanında yürürken, orada bulduğum ve sevdiğim karmaşayı bir süreliğine burada da bulmam. İnsnalar farklı evet, kısacık etekli kızlar yok, ellerinde bira sigara gezen kadınlar yok, farklı kadınlar var burada. Ama var işte. Dernekler sıralanmış yan yana, Sivaslılar, Hopalılar, Che posterleriyle süslü bir masa, Atatürkçü Düşünce Derneği, daha bir sürü... Lunaparkta eğlenen insanlar, oturmuş bir şeyler yiyen aileler, çayını yudumlayıp etrafı süzen delikanlılar. Ortalıkta koşuşturan çingene çocuklar. Karnival der Kulturen'in başka bir biçimiydi karşımdaki. Keşmekeşini sevdiğimi düşündüğüm İstanbul beni en keşmekeşinden bir sahneyle karşıladı, ama bu kez her şey bir harmoni içinde. İçime doğan o güzel hissi doğrularcasına adeta. Bu kez ben gelmedim, İstanbul beli çağırdı.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

son gün...

Bana inat hava bu kadar güzel sanırım... Sonunda bir temmuz günü bir temmuz gününe yakışır sıcaklıkta. Gecesi hala birazcık serin ama. Özlenecek gibi.
Bu da dizigünlükleri için, işte fiks mekanlarımızdan en güzeli, Smyrna.


Bu da dance of eternity için, Kottbüsser Tör:)

26 Temmuz 2009 Pazar

farewell to you*



Bir cumartesi akşamı klasiğinden çok, bir veda akşamı klasiğiydi artık SO36 bizim için.


"Who is gay here" sorusuna karşılık olarak "We are all gay" cümlesini kafamızla onaylayarak geçtik kapısından, bu sorunun ayrımcılık olduğunu düşünmedik de değil. Bu kez yorulduğumuzu bile anlamadan, saatlerce durmadan dans ettik. Suratı kırışıklık içindeki, en az 70 yaşındaki teyzenin de saatlerce durmadan dans etmesini, bir yandan da aralıksız alkol ve sigara tüketmesini de hayretle izledik. Çorbamızı da içtik, ama oradan doğruca u-bahna gitmedik bu kez. Önce Kreuzberg Zentrum'u aldık arkamıza. Orada kutuya... Oradan da Kottbusser Tor yazısının önüne geçtik. Belgeledik bir veda gecesinin sabahını daha.

well it's time to say goodbye my friend
i'm glad you stayed until the end
i hope that you've enjoyed the time we spent
though i know that i will be back again
i don't know just how soon my friend

24 Temmuz 2009 Cuma

krapp's last tape

Her gün yağmur yağar mı bir yerde diye sorup dururken fark ettim ki üzerine bir paper yazmaya çalıştığım oyunun yazarı da göklerinden her gün yağmur boşanan bir şehirden geliyor. Sadece o da değil, daha niceleri gelmiş o şehirden... O zaman acaba iyi bir şey mi bir şehre her gün yağmur yağması? Ya da insan kendini fazla zorlamamalı, geceleri uyumalı, gündüzleri mi paper yazmalı? Çok mu düşünmeli, kafa yormalı, her şeyin farkına varmaya çalışıp her şeyi sorgulamalı, yoksa fazla düşünmeden eğlenebildiği kadar eğlenip, farkındalığı minimum düzeyde tutarak yüzeyde incecik bir tabaka halinde duran mutlulukları tadarak mı yaşamalı? Herkesin cevabı farklı bu soruya. Bence sorgulamalı. Çünkü bir yere kadar kafa yormak, farkında olmak mutsuzluğu körüklüyormuş, yoktan yere dert yaratıyormuş gibi görünse de, bir yerden sonrası kendinin farkına varmak, kendinin farkına vardıkça başkalarını da anlamak, kızmak, kınamak yerine anlamak ve hoşgörülü davranmak oluyor. Kendini bildikçe başkalarını da bilmek oluyor. Kendini evrende bir yerde konumlandırmak, yüzeydeki ince tabakayı kaldırıp altına bakmakla, bir süre nefes alamasan da oraya inip daha derinde ne olduğunu görmekle mümkün oluyor.
Belki de ne oluyorsa yağmurdan oluyor, bkz. Hegel, Heidegger, Nietzsche, Kant, Marx, Engels, Weber, daha niceleri. Ayrıca bkz. James Joyce, Samuel Beckett, Oscar Wilde, Jonathan Swift, Bernard Shaw, William Butler Yeats, daha niceleri.

yeter artık

Yaz mevsiminde her gün yağmur. Hatta bazı günler -şu an olduğu gibi- şimşek, gökgürültüsü, bir yerlere düşen yıldırımların sesi. Ne kadar sevsem de olmuyor, böyle bir iklimde yaşanmıyor.

içimden şehirler geçiyor

Dolaşıp duruyorum hep bir şehri bırakmanın verdiği hüznün etrafında günlerdir. Hayatta insan neler bırakmıyor ki aslında... Memleket dediğin şehri bırakıyorsun yeri geliyor. Anne, baba, kardeş geride kalıyor. Dostlarını bırakıyorsun, seslerini duymadan aylar geçirmeyi, olanı biteni, canını acıtanı veya seni heyecanlandıranı, sevindireni gözlerinin içine bakmadan, maillerle ya da msn pencerelerinden anlatmayı göze alıyorsun. Tutkuyla bağlandığın sevgilileri, öncesi hiç olmamış gibi yaşadığın, olmadığında ne yapacağını bilemediğin aşkları terk ediyorsun. Hayat bırakmak üzerine kurulu biraz da. Bırakmak ve tutmak hayatın en gerçek temel zıtlıklarından biri. Kaybetmek ve kavuşmak gibi. Çünkü insan kendini özgür bıraktığında çoğu şeyin yeri doluyor, yeri doldurulamayacak olanlar zaten baştan belli.
Ama yine de... Schlesisches Tor'a gitsem Bumin'i de alıp, binaların üzerini örten grafitilerin fotoğrafını çeksem. Fernsehturm'a çıksam Berlin'e tepeden baksam. Simirna'nın fotoğrafını çeksem gidip, bloguma koysam, dizigünlükleri de görse fiks mekanımızı, ben oradan ne zaman bahsetsem kafasında canlandırsa. Tiergarten'a gitsek grill yapsak. Bisikletlerimizi alsak Potsdam'a gitsek, Wansee'ye gitsek. Perşembe akşamı olsa Cake'e gitsek, biraların arasında tekila shotları yuvarlayıp sabaha kadar dans etsek. Cuma akşamı gelse giysek bikinilerimizi, mayolarımızı, Badeschiff'e gitsek, gece olsa, müzik başlasa, içkilerimizi alsak ve hala havuzda yüzüyor olsak, sabaha kadar yüzsek, içsek, spree'nin hem içinde olan hem de olmayan o yerden Warschauer Strasse'ye baksak. Cumartesi günü güneşli olsa, şu şehirde bir gün de yağmur yağmadan geçse, evimin yakınındaki kocaman parka gitsem, uzansam kitap okusam güneşin altında. Her perşembe akşamı gidip bir müze görsem. İstediğim anda arasam birilerini, hadi Kreuzberg'e desem, saatlerce sadece muhabbet etsek, çekirdek çıtlasak. Odama aldığım mumları çöpe atmak zorunda olmasam. İstediğim zaman döneceğimi, istediğim gibi olacağını bilsem. Döndüğümde ne bulacağımı bilsem. İçimdeki şu his, şu an İstanbul'da olmam gerekiyor diyen ses susmasa ve yaptığımdan hiç kuşku duymasam. Bu kez olması gerektiği gibi olsa.
Tek yapmaya çalıştığım geçmek kendi üzerimden, sevmediğim yerleri düzelterek, bu kez hiç acele etmeden*. Şiirler yardım ediyor bana kafamdan geçenleri toparlayabilmem için, ondandır bu cümleyi böyle kurmam, bu kadar güzel ifade etmem.
Bitmiyor, bitmez... Bu kadarla kalmaz bu.

23 Temmuz 2009 Perşembe

kafanın karıştığı anlar


İnsan ait hissettiği yer neresiyse orada yaşamalı. Oradan uzakta da fazla zaman geçirmemeli. Öyle kahramanlıklar yapıp, cesaretini toplayıp başka bir ülkeye yerleşmemeli, alışmamalı. Çünkü sonra kafa öyle bir karışıyor ki. Bir gün döneceğinden eminsen, hatta şu anda bile kalmak istediğinden emin değilsen, o zaman döneceksin zaten. Ama işte o emin olamama hali, alışmak başka bir şehre, oraya da kendini ait hissetmeye başlamak. Geldiğinde boğazı özlerken, Spree de neymiş, boğaz hasretini gidermez ki derken, şimdi kanalı özleyeceğini fark etmek. Boğazın kenarına oturup saatlerce denizi izleyemezsin çünkü. Veya gecenin bir yarısı şarabını alıp bir kenara kurulup yudumlayarak tadını çıkaramazsın boğazın. Sana ait olduğunu düşünür, kendini ait hissedersin, ama o kadar. Trenleri özlemek bir de. Kafanı cama yaslayıp saatlerce gidebileceğini hissettiğin trenleri. Öte yandan minibüsleri hiç özlememiş olmak. Yalnızca spreeyle, trenle bitse iyi. Sahip olduğun özgürlüğü özleyeceğini bilmek en çok. Bağımsız olduğunu, her halinle kendin olduğunu ve bunun için yargılanmadığını, eleştirilmediğini hissetmeyi özleyeceğini bilmek. Kendi kendine yıllar boyunca geliştirdiğin, farklı durumlarda etkinleştirip kullandığın, bu yeni şehirde kullanmamak için elinden geleni yaptığın ve sonunda başardığın davranış kalıpları/kuralları/şablonlarını raftan indirmek, tozunu almak. Onlara ihtiyacın olacak çünkü, evet, maalesef olacak.
Gidilecek yol bitmez istersen, bazen yollar iyi gelir insana. Bazen de yerleşmek, artık, sonunda yerleşebileceğni hissetmek.

plan yapmayı bıraktım.

Tuhaf bir durum bu. İnsanın hiçbir planının gerçekleşmemesi, gerçekleşmeme kelimesini kullanmak da yersiz, daha oraya varmadan sürekli planlarını değiştirmek zorunda kalması, sonunda yaptığı planların aslında kendisine ait olmadığını anlayıp her şeyi oluruna bırakması. Plan yapmaktan akışa bırakmaya geçmesi. Hayatı rölantiye alması. En tuhafı ve en güzeli de yapılan tüm planlarda ya da gelişen tüm olaylarda iyi bir şey olması, her yeni gelişmenin öncekinden daha iyi bir şey getirmesi. Bazen inandığın o sihirli güce, o bir şeylerin seni bir yere çağırıyor olması durumuna yeniden inanmak istemek. Hayatta bazen kontrolü isteyerek bırakmak ya da kontrolü bıraktığını sanmak ama aslında olup biten her şeyde iyi bir yön bularak kontrolü elden bırakmamak.
Kontrolün ne kadarı benim olmuştu ki zaten... Ben ne kadar istedim bu kararları vermeyi, ne kadarını vermek zorunda kaldım... Belki de bugün verdiğim en yerinde karar, gerçekleşen tek planımdı, o da o küçük hamburgeri yemekti.

dönmek...

dönmek... mümkün mü artık dönmek... bunca yollardan sonra... yeniden yollara düşmek

Ne eski evlere, ne eski ilişkilere, ne çocukluğuna, ne o eski şehre... Hiçbirine dönülmüyor. İnsan elindekinden, yaşadığından mutlu olduğunda, aslında dönmeyi eskisi kadar da istemiyor. İnsan her şeye alışıyor ama, alışmanın bir çözümü yok henüz.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

on bir

Sahi ne zaman gitmiştim ben. Onu görmeden gitmiştim, ya da belki de göremeden. Ama hep özleyerek, en gerçeği özlemek, bütün özlediklerim benden ayrı yaşadığından beri hayatımın gerçeği özlemek. Ona sayfalar dolusu mektuplar yazmak, gittiğim her şehrin sokaklarını anlatmak, her şehirden ona kart atmak... Siyah beyaz kartlar atmak ona, çok sevdiğim Almanca hocası Benita'nın bir gün çiçekli kumaştan yapılmış heybesinde getirip bir sıranın üzerine boşalttığı kartpostallar gibi kartpostallar yollamak ona. Koudelka'nın resimlerinin olduğu kartpostalların arkasına o gün ne kadar güzeldi hatırlıyor musun diye başlayan birkaç satırlık yazılar yazmak ve yollamak ona. Her şehirde ona dair bir şey bulmak, her şehirden bir şey koparıp onun için saklamak, ona göstermek üzere beklemek. Beklemek, beklemek, beklemek. Hayatın gerçeği. Bazen gelmeyecek olan anı, ya da çoktan geçmiş olanı. Gecenin bir yarısı gerçekliğe batmış giderken yazısını okumak, kafamı nefes almak için suyun üstüne çıkarırcasına gerçekliğin üzerine çıkarmak, ağzım burnuma dolmuş olan gerçekliğin akıp gitmesini beklemek, okunmamış hikayelerin bitmesini beklemek. Yazısının beni götürdüğü yerde hangisi gerçekti diye düşünmek. Müzik öğretmeni, gitmek, özlemek, heyecanlanmak, sadece o görsün diye yazmak, onun anlayacağını bilerek rahatlamak, yükseklerden aşağıya seslenmek, ya beklemezse diye korkup koşar adımlarla inmek merdivenleri, seslenmek, sesini duyurmak, çantadan eşyalarını çıkarmak, yerleşmek, dinlenmek, çok dinlenmek, daha da dinlenmek isterken eşyalarını toplaması. Seni göndermesi. Sanki yapabilirmiş gibi. Kimse kimseyi gönderemez, herkes istediği için gider çünkü. Ya gerçekten istediği için, ya da o istediği anda korktuğu ve o korkuyla istemeye başladığı için. Sadece senin anlayacağını bilerek yazmak bu satırları, kimse anlamasa da birinin anlayacağını bilmek. Sana göstermek için fotoğraflar çekmek, sana Berlin'i anlatmaya çalışmak, anlatamamak. Şehirler anlatılmıyor çünkü. Ben ne desem anlatamıyorum yerleştiğim yerleri. Ne İstanbul'u anlatabilirim sana, ne Berlin'i. Neyse ki İstanbul senin de şehrin, onu ikimiz de tanıyoruz. Ama Berlin'i gelip görmelisin. Hiç gelmediğin her yer için gelmelisin buraya. Hiç yapmadığımız her şey için burayı beraber gezmeliyiz. Turist gibi değil ama, buralı gibi. Her şeye hayret etmeliyiz beraber, insanlar artık hayret etmekten vazgeçti çünkü. Hayret etmekten de, keşfetmekten de, başka bir şey yapmaktan, başka bir şey olmaktan da. İşte biz seninle bunun için, sırf onlara benzemediğimizi bir kere daha, belki de kendimize de göstermek için beraber bir şehri tanımalıyız, bir şehri tanırken birbirimizi bir daha tanımalı, bir daha anlamalıyız. "Bir insan bir insanı tam olarak anlayamaz bence, kimse aynı tecrübelere sahip değil ki." Biz bir daha denersek anlarız belki birbirimizi. Ben senin beni anladığını bildim çok zaman, sen de bilirsin belki. Ankara'dan İstanbul'a uzanan yollar gibi olur o zaman şehrin sokakları. Sisle kaplanmış Bolu Dağı olmaz, yol üzerindeki dinlenme tesisinin lokantası olmaz, çözmeye çalıştığımız şarkılar olmaz. Bir şarkıyı beraber çözmekle başlasın her şey ve bir gün gelip de birini bu kadar özle... Keşke gitmek için acele etmesi gerektiğini düşünmesen, keşke aslında senin gitmek için acele etmen gerekmese. Eşyalarını toplamasan onun ve o orada istediği kadar dinlense. Çünkü sen onu gönderdiğinde ne kadar üzüleceğini bilemezsin, ne kadar üzüleceğini bilmek de istemezsin. Kendi eşyalarını toplamak için acele etmesen bu kadar. Keşke bir daha hiç bir yere yetişmen gerekmese. Erkenden gelip erkenden gitmesen hiç. Anlasan hiçbir şeye yetmeyen zamanın asla bir şeye yetecek kadar fazla olmadığını ve bizim bundan daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu. Biliyor musun ben bir tren camından görüyorum dünyayı hep artık. Üzülüyorum da. Ve burada hep yağmur yağıyor ve ben hafiflemiyorum yağmurla. Yağmur hep yağıyor burada, bazı şehirlerin sokakları hep ıslakmış, bilmezdim.

Ben artık umutsuzluktan daha sessiz değilim ve biz senle hiçbir zaman kaybetmedik.


14 Temmuz 2009 Salı

Hepimiz çocuğuz...

Berlin'de gidilsin görülsün diyeceğim yerlere en son Babelsberg eklendi. Film stüdyosu+eğlence parkı. Ama en çok eğlence parkı. 4D sineması. Saçların başların dağıldığı, manasızca atılan çığlıklar eşliğinde gülmekten az kalsın boğularak izlenen 3 filmden sonra hepsi 25 yaş civarı dünyanın dört bir yanından gelmiş insanların bir kere daha içeri girip filmi 4. kez izlemek için koşturarak kuyruğa girme çabaları 4D'nin nasıl bir şey olduğunu açıklar her halde.
Herkes çocuk olabilir yeniden bir anlığına, o ana kadar bir şekilde ayrı ayrı yerlere kaldırdığınız, sınıflandırmaya çalıştığınız Romanyalı, Rus, Kolombiyalı, Sırp, Gürcistanlı, İspanyol, Türk hepsi yaptıklarının saçmalığının farkında olup yine de salondaki çocuklarla birlikte deliler gibi çığlık atabilir, film bittiğinde birbirlerinin dağılmış saçlarına kahkahalarla gülebilir. "We are all kids, we are all kids" deyip farkına da varırlar ne yapmakta olduklarının hem.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Stardust

Talihsiz Şeyler Kişisi'nin saatler tam da gece yarısını göstermek üzereyken aklıma getirdiği hangi filmde hangi aşk sorusuna ilk cevabım Stardust'tır. Oysa ben birinin karşısındakinin gözünün içine baktığı, aşkının fark edilmesi için elinden geleni yaptığı, sabırla, fedakarca beklediği, hislerini göstermekten değil ama ayaklar altına almaktan çekindiği, diğerininse yalnızca gözünü başka bir yere dikip burnunun ucunu göremediği için onun farkına varmadığı aşk hikayelerini sevmem sanırdım, sonunda herkes doğru yere bakmayı başarsa bile. Ama işte hangi film hangi aşk denilince, Stardust bence. Tristan ölümlü ya, göçüp gidiyormuş bu dünyadan. Ve Yvaine tek başına sonsuza yolculuğunu durmadan sürdürüyormuş. Olsun, her aşk kadar acıklı. Hem zaten o bunu çoktan söylemişti: "What do stars do? They shine."
Tristan: You know you sort of - glitter sometimes. I've just noticed it. Is it... Is it normal? Yvaine: Let's see if you can work it out for yourself. What do stars do?
Tristan: Hmm... Attract trouble?
Tristan: All right, I'm sorry. Let me... Do I get another guess? Is it: Do they know exactly how to annoy a boy called Tristan Thorn?

Studentenfutter

Simirna'da açık olarak satılan haliyle dikkatleri cezbeden studentenfutter, fındık, fıstık türevlerinden ve kuru üzümden oluşan bir karışım. Almanların buna neden studentenfutter dedikleri konusunda forumlarda ve sözlüklerde ilginç yaklaşımlar mevcut. Bana kalırsa Almanlar bu 7/24 düzen ve organize olma manyaklığına fındık-fıstık-kuru üzüm yiyerek kafayı çalışmaya zorlamaktan başka bir çözüm bulamamış olabilir. Bir başka açıklamaysa evinden uzağa okumaya giden genç kişinin birden bire yalnız kalmasıyla ve tabii ki yemek pişirmeyip sürekli hazır yiyeceklerle beslenmeye başlamasıyla gelişen beyin fonksiyonlarının yavaşlama durumuna ve yavaş yavaş sağlığından olmasına karşı geliştirilen bir çözüm de olabilir. Geceden ilk aklıma gelen ayrıntı studentenfutter işte. Artık üç kişi devam edilse de bohem hayata, mekanlarda bir değişiklik yok. Yine, yeniden Kreuzberg. Ama bir değişiklik yapıp Pariser Str. yakınlarındaki ucuz ve leziz olan, ama yine de tuhaf suşileri de denedik. Suşi insanın midye dolma özlemini de giderebiliyormuş. Simirna'da çekirdek çıtlama ritüelini tamamlayıp oradan Reichenberger Str.deki Möbel Olfe'ye geçtik. Mekan tavanından kalın sanayi borularının geçtiği, bir tarafındaki asma kata benzer küçük bölmede düşüyor izlenimi verilmiş koltuk ve sandalyelerin asılı durduğu, bir duvarına monte edilmiş tuhaf lavabo/çeşme birleşimi ve ışıklarıyla hoş mekandı, Berlin'deki her mekan gibi oldukça da gay-friendliydi. Oradan Luzia'ya geçip mekanın kısık sarı ışıkları altında geceyi tamamladık. Ayrıca yeni fark ettim, girişte sola doğru gittiğinizde mekanın içinde pencereli kapılı bir ev izlenimi veren, içerisinin oldukça soğuk olduğu, birkaç kişilik oturma yeri olan küçük bir oda/ev de var. Cumartesi gecesiyse Mama Bar'ın Google Earth koordinatları beynime kazınmış halde Kreuzberg'in yolunu tuttum. Maalesef internette okumuş olduğumuz yorumla hiç ilgisi olmayan bir mekanmış Mama Bar. Uluslarası, multikultiyi geçtim, hiçbir özelliği yoktu mekanın, soğuk, konseptsiz Kastanienallee mekanları gibiydi. Dekorasyonda hiçbir sıcaklık yok, boş duvarlar, iki odaya atılmış masalar sandalyeler. Balkan, gypsy, latin çalıyor diye gittiğimiz mekanda müziğin sesi duyulmadığı için ne çaldığı konusunda hala şüphelerimiz var. Girdik, dolandık, çıktık, kendimizi sıcak yuvamızın kollarına bırakmak için koşar adım Kottbusser Damm caddesine yürüdük. Kanal kenarındaki altbau'ların çatı katlarına ağzımız sulanarak baktık, yol üzerinde bilumum sucuk ekmekçi, köfteci ne varsa denemek üzere kararlar alıp yine Luzia'nın yolunu tuttuk. Cuma gecesinin bayıklığının üzerine bu kez elektronik müzik çalan mekanda müziğe dayanabildiğimiz kadar oturup geceyi Hasır klasiğiyle noktaladık. Çıkarılan dersler: 1.Studentenfutter yiyip sağlıklı kalmakta fayda var. 2.Geceye Simirna'da çekirdek, çay, birayla başlamak hiç fena bir fikir değil. Hem çekirdek çıtlayıp geleni geçeni seyretmek kanımızda var. 3.Elektronik çalan mekanlardan uzak dur.

9 Temmuz 2009 Perşembe

bohemlik biter mi... hayata yayılmış bohemlik

Bir süredir yaşamakta olduğumuz komün ve de bohem hayatın aniden kesintiye uğramasının sınavlara, sunumlara ve pdf'lere denk gelmesi nedeniyle hissedemediğim geciken sıkıntı bu akşam kendini hissettirmeye başladı. Kısa süreli de olsa yapacak bir şeyim olmamasıyla durup düşünmeye başladım bohemlik nereye kadar gidebilir, uzatmalar ne kadar oynanabilir, ya da en güzeli bu bir hayat biçimi haline getirilip böyle de yaşanır mı?


Bohem hayat kapsamına giren eline bira şişesini alıp yürüme/oturma/konuşma -kısaca her eylemi gerçekleştirirken elinden bira şişeni eksik etmeme- gün aydınlanmadan evin yolunu tutmama, kahvaltıyı bakerei'larda veya çorbacıda etmeden uyumama uzun vadede göz altında çizgilere (daha da korkuncu uykusuzluğun da etkisiyle çöküntülere) neden olur. Elinizden düşürmediğiniz bira şişesi, hele bir de yanına patates, cips, bretzel, ne tüketirseniz artık eşlik ediyorsa göbek yapmanıza neden olur. Ha göbek yapmanızın bir başka nedeni de aa burada adana bile var, döner de Türkiye'dekinden daha güzel deyip kebapçıları uğrak yeri yapmanız olabilir. Kilo aldım, göz altlarım çöktü, e bir de yorgunum... Peki iyi tarafları nelerdi bu bohem olmanın, bu noktada onları hatırlamakta fayda var.

Bohem hayat tarzını sürdürmekte olan kişiler birbirlerini bulduklarında (veya önceden içindeki bohemi keşfedememiş kişi kendisi gibi içindeki potansiyelin farkında olmayan bohem adaylarıyla bir araya geldiğinde) gece uyumanın manasızlığını fark ederler önce. Çünkü hepsi öğrencidir bu insanların (çalışan kişiden bohem olmaz, çalışan kişinin yeterince dikkatli olmadığında uzun vadede insanlıktan bile çıktığını gördüm), sabahları alarmlarını kapatıp uyumaya devam etme şansları vardır. İçinde bulundukları ayı geçirecek kadar paraları varsa, işin mali kısmı da çözülmüş demektir. Bohem dediğin öyle giysi, ayakkabı alışverişine falan çıkmaz. Onlar gerçek dünyada, maaş alan insanların yaptıkları eylemlerdir. Bohemin alışverişten anladığı Kaisers'e, Aldi'ye gitsin, ucuz ucuz pizzasını, kolasını, şarabını alsın, evine gelip yesin içsindir. Arada bohemin de coştuğu, para harcamak istediği anlar olmaz mı olur, gider alır 3 euroluk şarabını. Gece ilerler, gece evde geçiyorsa birinci film bitmiş, ikinci üzerinde düşünülmektedir. Hava güzelse çıkıp yürüyüş de yapılabilir tabii ki. Dışarıda bir yerlerde ilerliyorsa gece, tekila shot zamanı gelmiş olabilir. Sabah olduğunda (ki Berlin'de zor bir şey değil, 3-4 gibi aydınlanır gökyüzü) herkes mutludur, bir de uykulu ve aç. Kafalar tren camlarına dayanmış dışarısı seyrediliyor da olabilir, herkes kendini bulduğu yatağa (veya koltuğa) atmış uyukluyor da. Küçük şeylere bağlanmıştır mutluluk, önceden belirlenmemiş süreler boyunca. Gerçek hayata en benzemeyen yönü de budur işte, mutluluk büyük beklentilere bağlanmış gerçekçi olmayan bir kavram değildir. Akşam film izlemektir, ödevini bitirip dışarı çıkmaktır, marketten pizza alıp eve gelip dizi izlemektir, arkadaşlarınla sabahlamaktır. Zamanı sınırlamak da yoktur, şu saate kadar demezsiniz, nereye kadar giderse, ne kadar sürerse.


Benim gibi küçük şeylerle mutlu olmaya alışmamışsanız önce tuhaf gelir, kendimi mi kandırıyorum, vakit mi öldürüyorum, ne yapıyorum ben diyebilirsiniz. Ama er ya da geç fark ediyorsunuz, gün ağarmadan eve girmemeyi bıraksam da, akşama arkadaşlarımla izleyeceğim filmle mutlu olmaya devam edebilirim. Uzun geceleri, tekila shotları bünye artık kaldırmayacak duruma da gelse, kulaklıklarımı takıp sevdiğim bir şarkıyı dinlemek keyiflendirebilir beni. Büyük beklentilere girmeden yaşayabilir hayatımı, kendimi daha fazla kanırtmadan hayatın tadını çıkarmayı öğrenebilirim. İnanıyorum ki insan bunu ne kadar yapabilirse, hayatta o denli mutlu olabilir. Elde edemediklerinin kendisini üzmesine ne kadar az izin verirse, onları ne kadar çabuk geçmişte bırakırsa, elde edebileceklerinin ne kadar çok olduğunu görüp, geleceğinden keyif duymaya başlayabilir.


Yakın bir zamanda Berlin'den geçen/geçecek olan bohemlerin anısına... Bir Alman'dan duyduğuma göre de zaten kimse kalmıyormuş Berlin'de. Herkes gelip, aşık olup, kalmak istiyor, ama geçip gidiyormuş.



8 Temmuz 2009 Çarşamba

tüm üşengeçlere gelsin, çok pişmanım çok

Üşenmek. Hayatımda oldukça belirleyici rolü olan bir eylemdir maalesef. Zekama güvenirim, azmime güvenirim, inadıma güvenirim, ama bir yandan da arada durup kendime -yanımdakilere- derim ki ben büyük bir şey başaramayacağım hayatta, sırf bu üşengeçliğim yüzünden. Sabah erken kalkacağımı bilmek bile bazen başlı başına sıkıntı kaynağı olabilir benim için. Ama...
Zaten bir süredir yığılmakta olan şeylerin farkında olan ben, bir gün geldiğinde çok pişman olmaktan korktuğumu da anladım. Şansımı zorlayıp peşinden koşmadığım şeyleri bir kenara bıraktım, fırsatım varken yapmadıklarım için üzüleceğim bir gün. Güneş açtığında kendimi sokağa atıp evime 15 dakika mesafedeki parkta uzun yürüyüşler yapmadığım için, makinemi alıp kendimi sokaklara vurmadığım için, hep okusam diye aklımdan geçirdiğim kitapları okumadığım, izlemek istediğim filmleri izlemediğim, öğrenmek istediğim onca şeyi bir sıraya dizip bir yerinden başlamadığım için... Daha kim bilir neler için.
Kendine hedefler koymak iyi bir başlangıç olabilir mi acaba... Olabilir aslında. Sürekli kısa süreli deadline'larla çalıştığım bir işim var ve deadline kaçırmamak için elimden geleni yaparım, uyku bile uyumadan çalışmaya devam ettiğim olur. Tabii kontrol mekanizmasının üçüncü şahıslar tarafından sağlanması faktörünü de unutmamak gerek, insanın kendi denetçisi salt kendi olunca aman deyip geçebilir de. Tabii yalnızca deadline koymakla olmaz, insana boşu boşuna vakit öldüren şeylerden vazgeçmek gerek önce. Mesela bilgisayarı kapatmak bile bir başlangıç olabilir. Facebook, msn, deviant vb. siteleri amaçlarından sapmış bir biçimde tüm vaktimi harcamak için kullanmayı bırakmak da yerinde bir adım olabilir.
Dün gece Berlin'de gerçekleşen Shantel - Goran Bregoviç konserini Jesus'la izleyememiş olmanın verdiği üzüntüye de değinmeden geçmek istemem. Gelirken yanında getirmeyi unutmadığı ve beni ihya ettiği Bijelo Dugme, Kultur Shock ve Shantel şarkıları için de kendisine bir daha teşekkür etmiş olayım, bugünlerde üzerine çöken hüzne yakışır bir şarkı onun için gelsin, Bijelo Dugme-Ima neka tajna veza.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

şölen gibi performans

Madonna hem hislerine, yeteneğine hem de pazarlama bakımından trendleri önceden tahmin edebilme yeteneğine saygı duyduğum bir kadın. Hep uzaktan uzaktan sevdiğim bu kadını yakından izlemeye ve ağzım açık takdir etmeye başlamam dizi günlüklerinin bir yılbaşı öncesi düzenlediği "Madonna'nın konser kaydını izleme etkinliği" ile başladı. O günden beri (eskiden takdir etme durumum yalnızca birkaç şarkısı ve Sean Penn'in ilk karısı olmasıyla ilgiliydi) yaptığı işlerdeki samimiyetini ve yolunda gitmeyen şeylere dikkat çekme çabasını takdr ettiğim Madonna yine yapmış yapacağını, Gogol Bordello'yu takmış koluna sahnede bir şölen yaratmış. Karmakarışık olmuş, tam bir sentez yakalanmış sahnede. Şarkılar, enstrümanlar, danslar, insanlar iç içe geçmiş, çok güzel olmuş.
http://www.facebook.com/home.php#/video/video.php?v=105036899216&ref=nf

ömür biter pdf bitmez...

Hep bir gün, bir zaman yapılmak üzere zihninin bir köşesinde listelenmiş bekleyen güzelim şeyleri yapmak için bir türlü bulamadığın gecikmiş enerji, pdf'in, ders notlarının, yüzlerce sayfa okumanın başına geçmenle bir anda gelir, seni yerinden zıplatıverir. Bu mekanizmayı anlayan bana da anlatsın lütfen. Günlerdir giriş yapmadığın bloguna günde iki kere yazasın gelir. Konuşmadığın arkadaşlarınla konuşasın zaten gelir. Bulaşıkları yıkayasın, temizlik yapasın, odayı toplayasın da cabası. Ama o pdf'in sayfaları arasında alt+tab ve bilumum tuş kombinasyonlarıyla bin takla atarak en hızlı ve en iyi şekilde o pdf'in altından girip üstünden çıkmak içinden gelmez. Friends'ti, maildi, facebooktu kesmez, fotoğraflara bakasın gelir, eskilerden bir şeyler açıp hislenesin gelir, bitmeyen kitap Tutunamayanlar'ı eline alıp iğneyle kuyu kazarcasına yavaş ama dünyanın en güzel kitaplarından birini okuduğunun farkında olmanın verdiği zevkle sarhoş Selim'in yazdığı şiirlerdeki ironiyi keşfedesin, Selim mi Turgut mu daha mutsuz sorunsalı üzerine kafa patlatasın, yalnızca kocaman ağaçların ve gökyüzünün göründüğü camdan dışarı bakasın gelir. Çok keyiflenirsen -pdf bitecek gibi değil ve sen pdf'in yarattığı canavardan zihninde hayatın tüm zevklerinin tadına vararak kaçıyorsun ya- camı açıp geniş pervaza oturup gelene geçene bakarsın. Oranienstr.ye benzemez Storkower Str. Gelip geçene bakmak ne Almanların ne de Asyalı göçmenlerin bildiği bir alışkanlıktır, ama zaten sen de en üstün altında oturduğuna göre kimse seni görmez, sen öyle kuş bakışı bakarsın gelene geçene. Pdf bitmez böyle... Aklına gelir gene, tadını çıkarmaya başladığın akşamın tadı çıkarılacak bir akşam olmadığını kendine hatırlatırsın. En azından bir şarkı açsam, yumuşak bir geçiş yapsam pdf'e...

çığlık çığlığa...*

seni sevdigimi anladigim gunden beri
sesler degisti renkler degisti
yuzumdeki cizgiler baskalasti
gecmisim degisti oyunlasti
yesilin ortasinda gelincik gibi
incelesti, yabancilasti
siste bagiran vapur dudukleri gibi
geliyor muyuz, gidecek miyiz? yoksa...
Bülent Ortaçgil şarkısıymış aslında, ama ben ondan hiç dinlemedim. Gecenin bir vakti facebook alemlerinde dolanırken popüler yorum'un iletisinde gördüm, merak ettim, iyi ki de etmişim. Ondan gelen şeyler hep böyle olur zaten. Sakin olur, güzel olur, tadını çıkaracağınız şeyler olur hep. Bir cümlesini görürsünüz, evime gitsem, yalnız kalsam, yatağıma kıvrılsam ve okusam tüm cümlelerini dersiniz. Öyle yazan bir adamdır. Muhabbeti güzel, kendisi güzeldir. Ondan gelenlerden şüphe etmem o yüzden. Damages olur, su muhallebisi olur, şarkılar olur, kitaplar olur. Zevkli adamdır o, hislidir de. Kendisinin aşk tanımları beni zamanında epey hislendirmiş, yormuştur. Eh yukarıdaki de bu muhabbete yakışacak cinsten işte, aşkın en güzel tanımlarından biri. Geceler boyu dinlenmeye çoktan başlanıldı.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Sex and The City ve hayal kırıklığı



Berlin'e gelmemden hemen birkaç gün sonra heyecanla izlemeye başladığımız ve sezonları sırasında karakterlerin tutarlılığı ve espri anlayışı (bir de tabii işlenen oldukça evrensel konular, sorunlar, durumlar -been there done him situation) sayesinde bağlanıp hastası olduğumuz Sex and The City'nin finalini de filmini izleyerek yapalım dedik, yapmaz olaydık. Her zamanki gibi elimizde şarap kadehlerimizle karşısına geçip izlemeye başladık. İlk falsolu hareket dünyanın en öküz evlenme planlarından biriyle geldi. Evet evlenme teklifi değil, evlenme planı yapıldı. Carrie'nin en büyük takıntısının pırlanta değil "a big closet" olması hala karakterle tutarlıydı, ancak düğün salonunda terk edildikten aylar sonra birden bir aydınlanma yaşamışçasına Big'i ben korkuttum, büyük bir düğün yapmak istedim ve onu korkuttum, kaçırdım moduna girmesi tutarlılıktan çok uzaktı, saçmasapandı. Bizim tanıyıp sevdiğimiz Carrie Bradshaw zekiydi, özgürlüğüne düşkündü. Evlenecekse ancak Big kadar aşık olduğu bir adamla evlenirdi, ama (muhteşem)gelinliğinin içinde kafasında kuşuyla kaldıktan sonra kendini suçlayıp adamı geri almaya hazır olduğunu ilan etmezdi. Bu bağlamda Samantha ve Miranda'ya diyecek sözüm yok. Film Carrie Bradshaw'un filmi (dizide hiç hissetmediğimiz kadar tek karakter üzerinden gidiyor ve bu da filmin sıkıcılığını katlayan faktörlerden), arkadaşları da yandan yavaştan devam eden hayatlarında ufak tefek olaylar yaşayıp arada sahnede belirip kayboluyor. Miranda (ki kendisi zekası ve sahip olduğu "sense of humour" nedeniyle Carrie'den sonra en sevdiğim karakterdi -elbette dizide-) bile Big'in düğünden kaçmasına katkıda bulunduğunu düşünecek kadar naif davranıp Big'le arasında geçen kısacık ve (bence Big'in kaçmasında hiç rolü olmayan) konuşmayı Carrie'ye en uygun zamanda anlatabilmek için aylarca bekliyor ve sonunda Carrie kendisine evliliğimi sen mahvettin tadında laflar ve bakışlar atıp gittiğinde de kendin gerçekten suçlu hissediyor. Tutarlılığından ödün vermeyen karakterler Charlotte ve bir bakıma Samantha oldu. Charlotte başından beri istediği şeylerin peşindeydi, kararları zaman zaman değişse de zeka seviyesinin değiştiğinden şüpheye düşmedik. Samantha her zamanki gibi en çok kendini sevdi, kendinden bekleneni yaptı. Küçük ve renkli bir ayrıntı olarak -ve tabii Carrie'ye ayna tutması, yol göstermesi için- filme katılan asistan kız da hoşuma gidebilirdi, evlilik takıntısı olmasaydı ve sanki bunun böyle olması gerekiyormuş gibi aşık olduğu eski sevgilisi tarafından kıymeti anlaşılıp apar topar nikaha koşmasaydı.
Kısacası bir zamanların akıllı, özgür, bağımsız kadınları evliliğe at koşturur olmuş. Ne evliliğe at koşturmak ne de nikah peşinde koşmak yanlış bence. İnsan bunları başından beri istiyor olabilir veya hayatının bir döneminde istemeye başlayabilir. Ancak bu kadınlar sürdürdükleri sıra dışı hayatlarla ve bu hayatlara gerçekten inanmalarıyla sevdiğimiz kadınlar değil miydi? Bizi etkileyen onların gücü, zekası, bağımsız duruşu değil miydi? Filmin beni kızdıran yönü zeki ve bağımsız Carrie'nin evlenmek uğruna karşısındaki adamın hatalarını görmeyen salak bir kadın gibi resmedilmesi. Adamın yaptığı bariz yanlışa rağmen olayın bir noktadan sonra Carrie'nin hatasına dönüşmesi.
Bu filmin özeti şudur:
1.Hatayı her zaman kadınlar yapar (bkz. nikahtan kaçıran gelin Carrie Bradshaw).
2.Hatayı doğrudan kadınların yapmadığı ender durumlarda da erkeklerin yaptığı hatanın tetikleyicisi kadın olmuştur, bu da kadını dolaylı olarak suçlu kılar. (bkz. ettiği birkaç lafla adamı nikahtan soğutan Miranda)
3.İstediğiniz kadar zeki geçinin, hepiniz erkeklere kul köle olursunuz, hele bir yaşınız ilerlesin, adamı kaçırmamak için her türlü hatayı görmezden gelir, dibinden ayrılmazsınız. Gençlikte verilen bağımsız pozlar, duramam giderimler, aşk kadınıyım ama aklım da başımdalar geçmişte kalmıştır, devir kocanın peşinden koşma devridir. Akıllı olun!
Filmde giyilen kıyafetlere, ayakkabılara (hepsine olmasa da) hasta bir insan olmama rağmen, asistan kızın ilk Louis Vuitton çantasına sahip olduğu andaki heyecanını, sevincini ben hiçbir zaman anlayamam.
Internet ortamlarında biraz bakınarak edindiğim kanı şudur ki Türk kadınları bu filmi sevmiş, anlayan beri gelsin, bana da anlatsın.

2 Temmuz 2009 Perşembe

bir veda akşamı daha

"Ben bu anın geleceğini hiç düşünmemiştim."
Havalar -17 dereceye kadar soğumadan, sonra tekrar ısınıp tekrar tekrar soğumadan çok önce ben Berlin'e ilk kez adım attığımda, o zamanlar bana o denli yabancı ve karışık görünen sokaklardan beni sonbahar yapraklarıyla kaplı geniş güzel bir caddedeki görkemli bir altbau'nun önüne getirip burada oturuyorum dediğinde, merdivenler odaya açıldığında ve ben o kırmızılı siyahlı, bizim için hep biraz karanlık, biraz hüzünlü odayı çok sevdiğimde, bazen duvarında asılı aynaya dalıp gittiğimde hep ileri bakmış, hep ileriyi düşünmüştüm, ama bugünü değil. Bugünün geleceğini hiç düşünmemiştim. Üzerinden neredeyse bir sene geçti, Kollwitz sokaklarından Kreuzberg sokaklarına taşındık, November'ı Özkan Bakerei'ı terk edip Simirna'dan Sarumma'dan çıkmaz olduk. Yakışıklı Alman garsonların, Gürcü göçmenlerin çalıştığı kafelerden Trabzonlu amcanın Akçaabat köfte yaptığı köftecilere gidip çay içer olduk. Hindistan cevizli, portakallı kurabiyeler mi daha lezzetliydi Lübnan usulü dürümler mi bilmiyorum, ama Kollwitz Bakerei bir gün Cihangir'de açılmalı. Biz seninle Kerstin'in kurabiye tarifleri kitabının aynısını alıp malzemelerimizi "yurtdışından" getirtip kurabiyelerimizi pişirirken çocuklarımız pedalı olmayan tuhaf bisikletleriyle ortalıkta dolanmalı. Zihnimizin bir köşesinden arada bugünler geçmeli, gözlerimizin içi gülmeli.
Nerede başladık, nelerden geçtik, bak şimdi nerede bırakacağız. Bırakacak mıyız ki? Yolculuğumuzun en bohem dönemine beraber kahkahalar atarak eşlik ettik. En çok o parkta anladık galiba birbirimizi, kendimizi, bir de o kanal kenarındaki kafede.
Her şeyin bir sonu olduğuna inanmak istemesem de yarın bunu kanıtlar gibi. Olsun bir daha gelmeyecek miyiz, hiçbir şeyi son kez yapmıyoruz ki... Ya da... Bir sonraki Karnival der Kulturen'de nerede oluruz, bir sonraki Gay Parade'e de gelir miyiz, gelsek de o geceki gibi halay çekecek enerjimiz olur mu... Caz Bar'a gitmek ister miyiz bir daha... Spree kenarında en ucuzundan Aldi şarabını yudumlarken gene bir yerlerde hata yaptığımızı fark edip bunu böyle yapmayalım artık der miyiz... Sonra da yine yapar mıyız... Zaman bizi ne kadar değiştirir, biz bir daha ne kadar değişiriz, bir daha ne zaman bohem olur, biraz Berlin biraz İstanbul gibi hissederiz...
"Ben hayatımda hiç böyle bir dönem yaşamamıştım. Bağlı olduğum kimse yok, hiçbir şey yok."

29 Haziran 2009 Pazartesi

buraya da yaz geldi

Berlin'e de yaz geldi. Dışarıya atılmış masalarda üzerimizde incecik hırkalarla oturup içkilerimizi yudumlayabiliyoruz biz de. Sokaklarda biralarımızı elimize alıp kamyonetlerin üzerine kurulmuş küçük sahnelerden yükselen müzikler eşliğinde hafif hafif sallanıp gece ilerledikçe "oynamaya" başlayıp halay bile çekebiliyoruz.
27 Temmuz 2009 itibarıyla Berlin en renkli sokak festivallerinden birine daha kendinden beklenen incelikte ev sahipliği yaptı. CSD'de yürüyüş yapacak grupların iki rota takip edecek olması ve bu rotalardan birinin Oranienstr.de son bulacak olması bizi öğlen saatlerinde Kotti'ye getirdi. Simirna'da çekirdek çıtlayıp sonunda açan güneşin tadını çıkarırken önümüzden geçmeye başlayan kadın erkek çocuk teyze amca güruhunun heyecanına kapılıp Oranienstr.den Görlitzer Bahnhof'a doğru ilerlemeye başladık. "Toleranz? Nein Danke!" bu senenin sloganıydı, kafamı çevirdiğim her yönde beni neyin farklı olduğunu düşünmeye zorlayan insanlar, yüzler, bedenler, renkler vardı. Farklı olan kim, farklı olan var mı ki... Gaylere, lezbiyenlere, transseksüellere, travestilere "anlayış göstermek", "ben sevmem, benden uzak olsun, ama beni ilgilendirmez" diyerek yaşamak ne kadar dürüstçe acaba. Bizi kim böylece kabullenmiş peki. Heteroseksüel olduğumuz için en azından hayatın bir alanında biz kimliğimizi rahatça ifade ederken, anlayışa veya toleransa ihtiyaç duymazken onlara lütfedip anlayış gösterir tavırlar sergilemek ne kadar insancıl? Heteroseksüel olduğum için cinsel kimliğimden ötürü aşağılanmıyor olsam da, kadın olmanın bir sonucu olarak toplumsal cinsiyetimle, onun getirdiği rollerle, sorumluluklarla başımın hoşlaşmadığı zamanlar olur. Çoğu kadının olur. Farkında olan her kadının olur. İşte bu yüzden Oranienstr.de atılan sloganlar yalnızca gayler, lezbiyenler, translar için değildi. Hepimiz içindi. İnsan olan herkes için. Faşizme karşı, ırkçılığa karşı, cinsiyet ayrımcılığına karşı olanlar orada hep birlikte neye karşı olduklarını bir kez daha anladılar, bir kez daha haykırdılar.
Her Berlin sokak eğlencesinde olduğu gibi aklımdan keşke bunu İstanbul'da da yapsak düşüncesi geçmedi mi, geçti. Bianete bakınca da içime biraz su serpildi. İstanbul Gay pride 2009 yapılmış, başarılı bir organizasyon olduğu da söyleniyor, ancak internet üzerinden aramalarıma rağmen diğer gazetelerde bu konuyla ilgili bir şey bulamadım, bu da ilginç.
CSD'ye dönersek, Kreuzberg'in en güzel yerinde kutlamalar konuşmalarla, dans şovlarıyla devam etti. Akçaabat köftecisinde bir Berlin klasiği haline gelmesi muhtemel olan köfte ekmeklerimizi yiyip beleş kebapçı çayını içtikten sonra geri döndüğümüzde hava sonunda kararmaya başlamış, sahneler hareketlenmişti. Tabii ki soluğu Türkçe şarkıların kulağımıza çalındığı Türk sahnesinde aldık, kendimizi öyle bir kaptırdık ki o coşkuyla halay çekmeye başladık. Sokak eğlencesi yavaş yavaş sona doğru yaklaşırken ben bileğime Respekt yazan yeşil renkli damgayı vurdurmuş, SO36'nın nasıl bir yer olacağını merakla bekliyordum. Kreuzberg'in güzide club'larından olan bu mekanda her ayın son cumartesi günü Gayhane adı altında gay, lezbiyen, trans parti düzenleniyor. Mekana girdiğimde her tarafta asılı olan uçuşan tüller ve renkler bana Mezdeke'yi çağrıştırdı. Önce Rober Hatemo, Fatih Ürek, Sezen'den olmazsa olmaz Rakkas derken artık aşina olduğumuz ve pek sevdiğimiz kendine has tarzıyla bizi çok eğlendiren Djane İpek'in çalmaya başlamasıyla ortamda oryantalin dibine vurduk. CSD'nin de etkisiyle iyice kalabalık olduğunu düşündüğüm ortam değişik ve güzeldi. Gün boyu kafamda çınlayan farklı olan kim cümlesi etrafımda öpüşen lezbiyen ve gay çiftlerle iyice tetiklendi. Sahi bizi tüm bunların korkunçluğuna ve pisliğine inandıran kimdi, neydi? Bu propagandanın arkasında yatan neydi? Yoksa normal olmayandan korkmak bu kadar kolay mıydı? Bu yüzden ben Berlin'de 1 Mayıs'ta da, Gay Pride Parade'de de kucağında, elinde, arabasında, omzunda çocuğuyla sokağa dökülenleri çok seviyorum.
Çünkü o zaman gerçekten inandıklarını kanıtlamış oluyorlar, herkesin bir olduğunda, farklılığın bunlardan kaynaklanmadığına, herkesi kucaklamanın güzelliğine, demokrasiye, insan haklarına saygıya inandıklarını, ayrımcılığın her çeşidinin karşısında durduklarını, sokakta olmaktan korkmadıklarını kanıtlamış oluyorlar. Çocuklarını böyle bir ortamda yetiştiriyorlar, onlar korkmadığı gibi çocukları da korkmuyor. Darısı herkesin başına.
İnsanız, ne kadar korkmuyorsak o kadar sorarız. Sordukça bazı korkuların belimizi büken, başımızı dik tutmamıza izin vermeyen sırtımıza yapışık küfemizden uçup gittiğini, hafiflediğimizi hissederiz. Ne kadar korkmuyorsak o kadar bilir, o kadar yaşarız. Sokaklarda korkmadan çeşitliliği, farklılığı kutlayabileceğimiz günlerin yakın olmasını diliyorum hepimiz için.

26 Haziran 2009 Cuma

karışmış kafaya iyi gelen şeyler

Arkadaşlarla u-bahn istasyonlarından birinde buluşulur, nereye gitsek diye düşünülürken ayak üstü çok lezzetli küçüklü büyüklü hamburgerler atıştırılır. Ne Cake ne Monarch paklar bizi denilir Hannibal'e gidilip tatlı tatlı kokteyller yudumlanır, kokteyl bardağının kenarına iliştirilmiş küçücük karpuz diliminin yarattığı sevinç yumağının içinde yuvarlanırken karpuzu babaların seçmesi üzerine klasik muhabbet döndürülür. Her şey tüketilir, muhabbet döner dolaşır tanıdıklara gelir. Ben bir kez daha çok şaşırırım. Artık hiç şaşırmayacağımı sandığımda hem de. Sabah Kotti'de edilir, kahvaltı Melek Bäkerei'da. En güzel yürüyüş Kreuzberg Merkezi'ne doğru yapılır, Kottbüsser Tör yazısından u-bahna kıvrılıp eve doğru yol alınır. U-bahnın ardından tren nasıl güzel gelir insana. Berlin'e trenin camından bakıp sonsuza kadar öylece gitmek isterken neler neler geçer kafadan. Sabahın altısıdır artık, uyku da kaçmıştır, dinlenecek bir şarkı düşünülür, Berlin'e, Storkower Str.'deki çiçek kokularına, güneşsiz ama aydınlık ve tabii ki serin sabaha uygun şarkıların hepsi çok hüzünlü gelir. Eve gelip yatağa kıvrılıp Sezen açılır, Son Sardunyalar dinlenir. Ne mektepli sevgililer kalmıştır, ne utangaç ve hevesli çocuklar. Kimse kırılgan ve acemi değildir artık. Ve ben durup düşünürüm yine, nerede hata yaptığımı ve nasıl olup da kırılgan ve acemi bir tek kendimin kaldığını.
Ama Berlin durmaz, düşüncelerini böler, rahatsız eder, hayatın akıp gittiğini sürekli bağırır durur kulağına. Duramazsın hayatın akışı içinde, bugün durursan yarın çok pişman olacağını bilirsin. O zaman ne kadar kaldıysa gücün, asılırsın elindekine, kendine, zihnine. Ne kaldıysa öyle bir sarılırsın ki, kaybettiklerini de yerine koyacağın zaman bile gelir. Ne dinlenecek şarkı biter, ne gidilecek yol. Öyle bir yer ve zaman gelir bir de bakarsın ki durmak dönmekten daha zor. Kendini bıraktığında bedenin yazın, çiçek kokusunun, aşkın, sabah hüznünün tadını yine alır.

this is a man's, a man's, a man's world*

Kadın şiddet tecavüz üçgeni içinde bir tez yazmaya karar verdikten sonra fark ettim ki bugüne kadar kadın olmam üzerine fazla da kafa yormamışım. Bazı şeylerin de üst üste gelmesi ve Berlin'de olmanın da verdiği hissiyatla cinsiyetim üzerine biraz kafa yorduğumda fark ettiğim tek şey kadınların kendileri koymadıkları kurallar doğrultusunda yüz yıllardır yaşadıkları oldu. En eğitimli olanımız, en özgür geçinenimiz bile bu kalıplardan nasibini az da olsa mutlaka almıştır diye düşünüyorum. Babalarının, abilerinin koyduğu kurallar çerçevesinde gözünü açamadan, kafa yoramadan yaşan bir sürü kadın maalesef hala var. Her yerde var, ama en iç acıtan tarafı da benim ülkemde çok var. Hayatı dayak yemekten, cinselliği tecavüzden ibaret sanan kadınlar var. İstek, arzu, tutku kavramlarını kullanan ve hayatını istediği gibi yaşayabileni cinselliği kendi istediği sürece kendi istediği şekilde yaşayan kadınlar da var elbette. Ama onların bir çoğunun da Erkeklerin dünyasında erkeklerin kurallarıyla yaşamaya zorlandığımızı en azından fark edersek, namus denen kavramı, sokağa çıkmamızı, giyinmemizi, konuşmamızı bile kalıplara sokmaya çalışan tüm kuralları onların yazdıklarını ve bizim kişiliğimizin bunlardan ibaret olmadığını, bunun bir karakter meselesi olmadığını anlarsak, en azından kendi hayatımızı yaşamak için bir şansımız olur.

24 Haziran 2009 Çarşamba

"bana böylesi garip duygular, bilmem neye gelir nereye gider"


Bazı günler yalnızca şairlerin söyledikleri ekseninde yaşayan, yalnızca onları duyan, anlayan duygusal bünyem bugün de tam da böyle bir gününde.
Güç nerede? Elimi uzattığımda erişebileceğimi hissediyorsam uzatmalı mıyım elimi? Ben korkak olmadığımı sanarken en büyük korkuların dibinde kendi içime saklanmış bekliyor muyum yoksa? Elimi uzatsam, bir adım atsam. Beni üzenlere en çok hata yapma şansımı elimden aldıklarını hissettiğim için kızarım. Çünkü kendini korumaya programlı olan insan aynı hataya düşme ihtimalini göre göre daha ne kadar uzatır ki elini. Tek ihtimal karşımdakinin bana elini uzatması. Ama ya ben bir şeyleri değiştirebilecek yerde dururken korkumda değiştiremiyorsam. İşte bu başlık böyle bir şey. Bazı duygular gelir gider, neden gelir nereye gider bilinmez. Yaşam bazen kanalın karşısındaki Barcelona kadar gerçek, kanalın karşısındaki Barcelona kadar yalan çünkü.

çekmecede bekleyen sararmış mektuplar

Benim çekmecede bekleyen sararmış mektuplarım olacak mı bir gün, bilemem. Sessizce, sinsice birinin o çekmeceyi açmasını bekleyen, açar açmaz onu kendi gözyaşında boğazak olan solmuş sayfalar. Ben mektuplarımı postaya veremiyorum. Bir hafta önce yazmıştım o mektubu sana, yarın postaya vereceğim diye yazmıştım hatta, kendi kendimi zorlamak adına. Olmadı. Görsen bana çok kızarsın. Ben sana senelerdir bunları bil dedim, sen hep iteledin, bak kaçış yokmuş demek ki dersin. Ama ne yazık ki yanımda değilsin. Sana sorularımı biriktiriyorum, yaşıyorum.
İnsan geçmişi nasıl temizler, biri bana bunu anlatsın istiyorum. Adım adım anlatsın, göstersin ki ben de yapabileyim. Çünkü o yük ağırlaştıkça bugünden kopuyorum. Etrafımdakilere attığım sahte gülücüklere, ilgili görünmeye, orada olmaya çalışırken kurduğum saçma cümlelere kendim tahammül edemiyorum. Ben ne zamandır istediğim yerde olamıyorum. Sen olsan istediğin yer neresi derdin. Ben içimden bilirdim neresi olduğunu ama sana diyemezdim. Berlin hala soğuk. Burada herkes yalnız. Bundan sonra herkes yalnız. Sen bana tek başıma ayakta durmayı öğren dedin ve ben öğrendiğimi sandım. Ama yoruldum. Zorlamaktan yoruldum. Soruların beynime üşüşmesinden, cevaplarını verememekten, "kendimi toparlayıp" sürekli bu döngünün içinde yeniden başlamaktan yoruldum. Bunun başka bir yolu olmalı. Bu kadar zor mudur kendini tanıması insanın? Kaç yıl sürer, kaç insan sürer? Bir gün deniz kıyısında bana ne demiştin hatırlıyor musun, benim için bundan sonra önemli olan tek şey yanıma kalacak insanlar demiştin. Ben bir daha görmek istediğimde gitmiş oluyor kimisi. Kimisi hiç gelmemiş oluyor. Sen şimdi onları boşver dersin, onlar gerçek değilmiş demek ki. Öyle belki de. Ben ne kadar gerçeğim peki. Her gün vaktinde kalkıp otobüse binip okula gitmek ne kadar geçrek yapar insanı? Kahvenin nerede ucuz olduğunu düşünmek. Alışveriş yapılacaksa M'e binmek Aldi'ye gitmek. Çamaşır yıkamak. Kitap okumak. Kitap okumak. Tutunamayanlar'ı okuyorsan gerçeklik bir hayli sorgulanabilir bir kavram olur çıkar. Çünkü çok gerçektir orada olup bitenler, ama kendini bu dünyada konumlandırmaya gelince iş, mutsuzluk bu kadar gerçek olmasın istersin. Bedenin yeniden enerjiyle dolsun, hani bazen dolduğu gibi ve o seni bir yere kadar götürsün istersin. Kendinden kullanacağın enerjinin sınırına dayanmışsın gibi. Kendi enerjimin sınırı var mı ki. Cuma günkü sınava çalışmak gerçek yapar mı beni ya da tezimi düşünmek. Düşünmemek mi gerçek yapar insanı, düşünmemek ama yaşamak.
Hayatta yanıma kar kalanları düşünüyorum şimdi, onlar beni gerçek yapıyor, ama uzağımda olmaları çok canımı sıkıyor.

23 Haziran 2009 Salı

"ben her bahar asik olmam ama her bahar gitmek isterim." Berlin'e.

Her bahar gitmek ister mi insan mutlu olduğunda bilemem. Belki de gitmek sadece mutsuzlar içindir. Gidince kaçacağını, kimsenin onu tanımadığı yerde yepyeni bir yaşam kuracağını, benliğini didik didik edip kendini yeniden yaratacağını sananlar için. Belki de buna içten içe inananlar için. Oysa nice şairin de söylediği gibi gitmekle kaçılmıyor, gidilen yerde yeni bir sen yok çünkü. Sırtındaki küfenin içinde en ağır yükün sensin çünkü.
Amsterdam'ın sokaklarının iyi gelmediği bünyemde hala sahte bir turist şehrinin verdiği huzursuzluk var. Berlin'in çoğu zaman alıp yok ettiği uyuşukluğum Amsterdam'da gene beni buldu. Sahte turist şehrinin penislerle vajinalarla, coffee shoplarla hostellerle bezeli sokakları bana saçma bir rahatsızlık hissinden başka bir şey vermedi. Yanımdakilerden mi hoşnut kalamadım şehirden mi, yoksa her şey (yine) havadan mı bilemedim. Burada havalar hep parçalı bulutlu. İnsan bir şehre deli gibi aşık olsa da, tüm eski sevgililerinden daha fazla sevse ve bağlansa da, şehre kök salsa ve şehir de bu bağlanmayı karşılıksız bırakmayıp onun içine işlese de, havanın hep parçalı bulutlu olduğu yerde yaşanmaz, yaşanmıyor. Sıcağı gören Akdenizli olarak üzerindeki kat kat giysileri çıkarıp fırlatma girişimleri her seferinde daha kalınlarını bulup üzerine geçirmeyle sonuçlanan biriyim ben. Parçalı bulutludan ruhu sıkılmış, kemikleri henüz ısınamamış, Berlin'e ilkbaharda aşık olmuş, bir mayıs coşkusunda yürürken aşka göz kırpmış, yazdan umudunu kesmiş biriyim.
Amsterdam'ı bana defalarca methetmiş olan arkadaşlara sesleniyorum, gelin Berlin'i görün. Berlin'in kendine has sentezinde Amsterdam'ın otlarından çekemeyeceğiniz, mantarlarından tadamayacağınız bir sentez var çünkü. Yemeğinden konuşmasına, müziğinden giyimine göçmenlerin her şeyi birbirine katıp karıştırıp dönüştürdüğü, yeniden yarattığı şehir burası. Sonuç ne olmuş derseniz, kimsenin korktuğu gibi farklı kültürlerin çarpışmasından kavgalar, gürültüler kopmamış. Berlin farklı olanların (rahat bırakıldığında) birbirini kucakladığının kanıtlandığı yer olmuş. Ne de olsa müzik evrensel, sanat evrensel, sevmek, sevişmek evrensel, iletişim kurma çabamız, birbirimize dokunma isteğimiz evrensel. Karmaşanın güzelleştiği, güzelleştirdiği bu şehrin güzelliğinde hoşgörünün rolünü atlamamak gerek ama. Ben bir şehrin ne kadar hoşgörülü, farklı olana ne kadar açık olduğunu gaylere, lezbiyenlere tavrına bakarak anlarım.
Bu fotoğraf da Berlin'in nerede durduğunun kanıtıdır kanımca. Sokaklarında yabancı hissetmediğim, turist gibi gezinmediğim tek şehir bu. Kendi memleketimden başka. Ne doğusunda, ne batısında, ne Almanların ortasında, ne Türk mahallesinde. Çeşitliliğin kutlandığı ortamların ne kadar zenginleşebileceğini ve insanoğlunun tüm bu çeşitliliğin göbeğinde birbirini incitmeden, birbirine müdahale etmeden yaşayab,leceğini görüyorum. Bize dayatılandan ne kadar farklı değil mi?
Biz hep farklı olandan korkup onu kendimize benzetmeye çalıştık. Benzetemediğimizde de dışarıda bırakmaya. Oysa insan hayatında çeyrek yüzyılı geride bırakmışken kendisinin bile ne olduğunu, nerede durduğunu bilemiyorsa, emin olduğu çok az şey kalmışsa hayatta ve geri kalanlardan da belki de bir daha hiçbir zaman emin olamayacağını düşünüyorsa, o zaman korkulacak bir şey kalmadığını da anlıyor. Anlıyor anlamasına da, arada korkuyor gene de. Çünkü zafer kazanmak yalnız kalmaktan ibaret olabilir bazen. Ve o zaman haykırmak isteyebilirsin, gel ben kaybettim diye.

İzleyiciler