29 Haziran 2009 Pazartesi

buraya da yaz geldi

Berlin'e de yaz geldi. Dışarıya atılmış masalarda üzerimizde incecik hırkalarla oturup içkilerimizi yudumlayabiliyoruz biz de. Sokaklarda biralarımızı elimize alıp kamyonetlerin üzerine kurulmuş küçük sahnelerden yükselen müzikler eşliğinde hafif hafif sallanıp gece ilerledikçe "oynamaya" başlayıp halay bile çekebiliyoruz.
27 Temmuz 2009 itibarıyla Berlin en renkli sokak festivallerinden birine daha kendinden beklenen incelikte ev sahipliği yaptı. CSD'de yürüyüş yapacak grupların iki rota takip edecek olması ve bu rotalardan birinin Oranienstr.de son bulacak olması bizi öğlen saatlerinde Kotti'ye getirdi. Simirna'da çekirdek çıtlayıp sonunda açan güneşin tadını çıkarırken önümüzden geçmeye başlayan kadın erkek çocuk teyze amca güruhunun heyecanına kapılıp Oranienstr.den Görlitzer Bahnhof'a doğru ilerlemeye başladık. "Toleranz? Nein Danke!" bu senenin sloganıydı, kafamı çevirdiğim her yönde beni neyin farklı olduğunu düşünmeye zorlayan insanlar, yüzler, bedenler, renkler vardı. Farklı olan kim, farklı olan var mı ki... Gaylere, lezbiyenlere, transseksüellere, travestilere "anlayış göstermek", "ben sevmem, benden uzak olsun, ama beni ilgilendirmez" diyerek yaşamak ne kadar dürüstçe acaba. Bizi kim böylece kabullenmiş peki. Heteroseksüel olduğumuz için en azından hayatın bir alanında biz kimliğimizi rahatça ifade ederken, anlayışa veya toleransa ihtiyaç duymazken onlara lütfedip anlayış gösterir tavırlar sergilemek ne kadar insancıl? Heteroseksüel olduğum için cinsel kimliğimden ötürü aşağılanmıyor olsam da, kadın olmanın bir sonucu olarak toplumsal cinsiyetimle, onun getirdiği rollerle, sorumluluklarla başımın hoşlaşmadığı zamanlar olur. Çoğu kadının olur. Farkında olan her kadının olur. İşte bu yüzden Oranienstr.de atılan sloganlar yalnızca gayler, lezbiyenler, translar için değildi. Hepimiz içindi. İnsan olan herkes için. Faşizme karşı, ırkçılığa karşı, cinsiyet ayrımcılığına karşı olanlar orada hep birlikte neye karşı olduklarını bir kez daha anladılar, bir kez daha haykırdılar.
Her Berlin sokak eğlencesinde olduğu gibi aklımdan keşke bunu İstanbul'da da yapsak düşüncesi geçmedi mi, geçti. Bianete bakınca da içime biraz su serpildi. İstanbul Gay pride 2009 yapılmış, başarılı bir organizasyon olduğu da söyleniyor, ancak internet üzerinden aramalarıma rağmen diğer gazetelerde bu konuyla ilgili bir şey bulamadım, bu da ilginç.
CSD'ye dönersek, Kreuzberg'in en güzel yerinde kutlamalar konuşmalarla, dans şovlarıyla devam etti. Akçaabat köftecisinde bir Berlin klasiği haline gelmesi muhtemel olan köfte ekmeklerimizi yiyip beleş kebapçı çayını içtikten sonra geri döndüğümüzde hava sonunda kararmaya başlamış, sahneler hareketlenmişti. Tabii ki soluğu Türkçe şarkıların kulağımıza çalındığı Türk sahnesinde aldık, kendimizi öyle bir kaptırdık ki o coşkuyla halay çekmeye başladık. Sokak eğlencesi yavaş yavaş sona doğru yaklaşırken ben bileğime Respekt yazan yeşil renkli damgayı vurdurmuş, SO36'nın nasıl bir yer olacağını merakla bekliyordum. Kreuzberg'in güzide club'larından olan bu mekanda her ayın son cumartesi günü Gayhane adı altında gay, lezbiyen, trans parti düzenleniyor. Mekana girdiğimde her tarafta asılı olan uçuşan tüller ve renkler bana Mezdeke'yi çağrıştırdı. Önce Rober Hatemo, Fatih Ürek, Sezen'den olmazsa olmaz Rakkas derken artık aşina olduğumuz ve pek sevdiğimiz kendine has tarzıyla bizi çok eğlendiren Djane İpek'in çalmaya başlamasıyla ortamda oryantalin dibine vurduk. CSD'nin de etkisiyle iyice kalabalık olduğunu düşündüğüm ortam değişik ve güzeldi. Gün boyu kafamda çınlayan farklı olan kim cümlesi etrafımda öpüşen lezbiyen ve gay çiftlerle iyice tetiklendi. Sahi bizi tüm bunların korkunçluğuna ve pisliğine inandıran kimdi, neydi? Bu propagandanın arkasında yatan neydi? Yoksa normal olmayandan korkmak bu kadar kolay mıydı? Bu yüzden ben Berlin'de 1 Mayıs'ta da, Gay Pride Parade'de de kucağında, elinde, arabasında, omzunda çocuğuyla sokağa dökülenleri çok seviyorum.
Çünkü o zaman gerçekten inandıklarını kanıtlamış oluyorlar, herkesin bir olduğunda, farklılığın bunlardan kaynaklanmadığına, herkesi kucaklamanın güzelliğine, demokrasiye, insan haklarına saygıya inandıklarını, ayrımcılığın her çeşidinin karşısında durduklarını, sokakta olmaktan korkmadıklarını kanıtlamış oluyorlar. Çocuklarını böyle bir ortamda yetiştiriyorlar, onlar korkmadığı gibi çocukları da korkmuyor. Darısı herkesin başına.
İnsanız, ne kadar korkmuyorsak o kadar sorarız. Sordukça bazı korkuların belimizi büken, başımızı dik tutmamıza izin vermeyen sırtımıza yapışık küfemizden uçup gittiğini, hafiflediğimizi hissederiz. Ne kadar korkmuyorsak o kadar bilir, o kadar yaşarız. Sokaklarda korkmadan çeşitliliği, farklılığı kutlayabileceğimiz günlerin yakın olmasını diliyorum hepimiz için.

26 Haziran 2009 Cuma

karışmış kafaya iyi gelen şeyler

Arkadaşlarla u-bahn istasyonlarından birinde buluşulur, nereye gitsek diye düşünülürken ayak üstü çok lezzetli küçüklü büyüklü hamburgerler atıştırılır. Ne Cake ne Monarch paklar bizi denilir Hannibal'e gidilip tatlı tatlı kokteyller yudumlanır, kokteyl bardağının kenarına iliştirilmiş küçücük karpuz diliminin yarattığı sevinç yumağının içinde yuvarlanırken karpuzu babaların seçmesi üzerine klasik muhabbet döndürülür. Her şey tüketilir, muhabbet döner dolaşır tanıdıklara gelir. Ben bir kez daha çok şaşırırım. Artık hiç şaşırmayacağımı sandığımda hem de. Sabah Kotti'de edilir, kahvaltı Melek Bäkerei'da. En güzel yürüyüş Kreuzberg Merkezi'ne doğru yapılır, Kottbüsser Tör yazısından u-bahna kıvrılıp eve doğru yol alınır. U-bahnın ardından tren nasıl güzel gelir insana. Berlin'e trenin camından bakıp sonsuza kadar öylece gitmek isterken neler neler geçer kafadan. Sabahın altısıdır artık, uyku da kaçmıştır, dinlenecek bir şarkı düşünülür, Berlin'e, Storkower Str.'deki çiçek kokularına, güneşsiz ama aydınlık ve tabii ki serin sabaha uygun şarkıların hepsi çok hüzünlü gelir. Eve gelip yatağa kıvrılıp Sezen açılır, Son Sardunyalar dinlenir. Ne mektepli sevgililer kalmıştır, ne utangaç ve hevesli çocuklar. Kimse kırılgan ve acemi değildir artık. Ve ben durup düşünürüm yine, nerede hata yaptığımı ve nasıl olup da kırılgan ve acemi bir tek kendimin kaldığını.
Ama Berlin durmaz, düşüncelerini böler, rahatsız eder, hayatın akıp gittiğini sürekli bağırır durur kulağına. Duramazsın hayatın akışı içinde, bugün durursan yarın çok pişman olacağını bilirsin. O zaman ne kadar kaldıysa gücün, asılırsın elindekine, kendine, zihnine. Ne kaldıysa öyle bir sarılırsın ki, kaybettiklerini de yerine koyacağın zaman bile gelir. Ne dinlenecek şarkı biter, ne gidilecek yol. Öyle bir yer ve zaman gelir bir de bakarsın ki durmak dönmekten daha zor. Kendini bıraktığında bedenin yazın, çiçek kokusunun, aşkın, sabah hüznünün tadını yine alır.

this is a man's, a man's, a man's world*

Kadın şiddet tecavüz üçgeni içinde bir tez yazmaya karar verdikten sonra fark ettim ki bugüne kadar kadın olmam üzerine fazla da kafa yormamışım. Bazı şeylerin de üst üste gelmesi ve Berlin'de olmanın da verdiği hissiyatla cinsiyetim üzerine biraz kafa yorduğumda fark ettiğim tek şey kadınların kendileri koymadıkları kurallar doğrultusunda yüz yıllardır yaşadıkları oldu. En eğitimli olanımız, en özgür geçinenimiz bile bu kalıplardan nasibini az da olsa mutlaka almıştır diye düşünüyorum. Babalarının, abilerinin koyduğu kurallar çerçevesinde gözünü açamadan, kafa yoramadan yaşan bir sürü kadın maalesef hala var. Her yerde var, ama en iç acıtan tarafı da benim ülkemde çok var. Hayatı dayak yemekten, cinselliği tecavüzden ibaret sanan kadınlar var. İstek, arzu, tutku kavramlarını kullanan ve hayatını istediği gibi yaşayabileni cinselliği kendi istediği sürece kendi istediği şekilde yaşayan kadınlar da var elbette. Ama onların bir çoğunun da Erkeklerin dünyasında erkeklerin kurallarıyla yaşamaya zorlandığımızı en azından fark edersek, namus denen kavramı, sokağa çıkmamızı, giyinmemizi, konuşmamızı bile kalıplara sokmaya çalışan tüm kuralları onların yazdıklarını ve bizim kişiliğimizin bunlardan ibaret olmadığını, bunun bir karakter meselesi olmadığını anlarsak, en azından kendi hayatımızı yaşamak için bir şansımız olur.

24 Haziran 2009 Çarşamba

"bana böylesi garip duygular, bilmem neye gelir nereye gider"


Bazı günler yalnızca şairlerin söyledikleri ekseninde yaşayan, yalnızca onları duyan, anlayan duygusal bünyem bugün de tam da böyle bir gününde.
Güç nerede? Elimi uzattığımda erişebileceğimi hissediyorsam uzatmalı mıyım elimi? Ben korkak olmadığımı sanarken en büyük korkuların dibinde kendi içime saklanmış bekliyor muyum yoksa? Elimi uzatsam, bir adım atsam. Beni üzenlere en çok hata yapma şansımı elimden aldıklarını hissettiğim için kızarım. Çünkü kendini korumaya programlı olan insan aynı hataya düşme ihtimalini göre göre daha ne kadar uzatır ki elini. Tek ihtimal karşımdakinin bana elini uzatması. Ama ya ben bir şeyleri değiştirebilecek yerde dururken korkumda değiştiremiyorsam. İşte bu başlık böyle bir şey. Bazı duygular gelir gider, neden gelir nereye gider bilinmez. Yaşam bazen kanalın karşısındaki Barcelona kadar gerçek, kanalın karşısındaki Barcelona kadar yalan çünkü.

çekmecede bekleyen sararmış mektuplar

Benim çekmecede bekleyen sararmış mektuplarım olacak mı bir gün, bilemem. Sessizce, sinsice birinin o çekmeceyi açmasını bekleyen, açar açmaz onu kendi gözyaşında boğazak olan solmuş sayfalar. Ben mektuplarımı postaya veremiyorum. Bir hafta önce yazmıştım o mektubu sana, yarın postaya vereceğim diye yazmıştım hatta, kendi kendimi zorlamak adına. Olmadı. Görsen bana çok kızarsın. Ben sana senelerdir bunları bil dedim, sen hep iteledin, bak kaçış yokmuş demek ki dersin. Ama ne yazık ki yanımda değilsin. Sana sorularımı biriktiriyorum, yaşıyorum.
İnsan geçmişi nasıl temizler, biri bana bunu anlatsın istiyorum. Adım adım anlatsın, göstersin ki ben de yapabileyim. Çünkü o yük ağırlaştıkça bugünden kopuyorum. Etrafımdakilere attığım sahte gülücüklere, ilgili görünmeye, orada olmaya çalışırken kurduğum saçma cümlelere kendim tahammül edemiyorum. Ben ne zamandır istediğim yerde olamıyorum. Sen olsan istediğin yer neresi derdin. Ben içimden bilirdim neresi olduğunu ama sana diyemezdim. Berlin hala soğuk. Burada herkes yalnız. Bundan sonra herkes yalnız. Sen bana tek başıma ayakta durmayı öğren dedin ve ben öğrendiğimi sandım. Ama yoruldum. Zorlamaktan yoruldum. Soruların beynime üşüşmesinden, cevaplarını verememekten, "kendimi toparlayıp" sürekli bu döngünün içinde yeniden başlamaktan yoruldum. Bunun başka bir yolu olmalı. Bu kadar zor mudur kendini tanıması insanın? Kaç yıl sürer, kaç insan sürer? Bir gün deniz kıyısında bana ne demiştin hatırlıyor musun, benim için bundan sonra önemli olan tek şey yanıma kalacak insanlar demiştin. Ben bir daha görmek istediğimde gitmiş oluyor kimisi. Kimisi hiç gelmemiş oluyor. Sen şimdi onları boşver dersin, onlar gerçek değilmiş demek ki. Öyle belki de. Ben ne kadar gerçeğim peki. Her gün vaktinde kalkıp otobüse binip okula gitmek ne kadar geçrek yapar insanı? Kahvenin nerede ucuz olduğunu düşünmek. Alışveriş yapılacaksa M'e binmek Aldi'ye gitmek. Çamaşır yıkamak. Kitap okumak. Kitap okumak. Tutunamayanlar'ı okuyorsan gerçeklik bir hayli sorgulanabilir bir kavram olur çıkar. Çünkü çok gerçektir orada olup bitenler, ama kendini bu dünyada konumlandırmaya gelince iş, mutsuzluk bu kadar gerçek olmasın istersin. Bedenin yeniden enerjiyle dolsun, hani bazen dolduğu gibi ve o seni bir yere kadar götürsün istersin. Kendinden kullanacağın enerjinin sınırına dayanmışsın gibi. Kendi enerjimin sınırı var mı ki. Cuma günkü sınava çalışmak gerçek yapar mı beni ya da tezimi düşünmek. Düşünmemek mi gerçek yapar insanı, düşünmemek ama yaşamak.
Hayatta yanıma kar kalanları düşünüyorum şimdi, onlar beni gerçek yapıyor, ama uzağımda olmaları çok canımı sıkıyor.

23 Haziran 2009 Salı

"ben her bahar asik olmam ama her bahar gitmek isterim." Berlin'e.

Her bahar gitmek ister mi insan mutlu olduğunda bilemem. Belki de gitmek sadece mutsuzlar içindir. Gidince kaçacağını, kimsenin onu tanımadığı yerde yepyeni bir yaşam kuracağını, benliğini didik didik edip kendini yeniden yaratacağını sananlar için. Belki de buna içten içe inananlar için. Oysa nice şairin de söylediği gibi gitmekle kaçılmıyor, gidilen yerde yeni bir sen yok çünkü. Sırtındaki küfenin içinde en ağır yükün sensin çünkü.
Amsterdam'ın sokaklarının iyi gelmediği bünyemde hala sahte bir turist şehrinin verdiği huzursuzluk var. Berlin'in çoğu zaman alıp yok ettiği uyuşukluğum Amsterdam'da gene beni buldu. Sahte turist şehrinin penislerle vajinalarla, coffee shoplarla hostellerle bezeli sokakları bana saçma bir rahatsızlık hissinden başka bir şey vermedi. Yanımdakilerden mi hoşnut kalamadım şehirden mi, yoksa her şey (yine) havadan mı bilemedim. Burada havalar hep parçalı bulutlu. İnsan bir şehre deli gibi aşık olsa da, tüm eski sevgililerinden daha fazla sevse ve bağlansa da, şehre kök salsa ve şehir de bu bağlanmayı karşılıksız bırakmayıp onun içine işlese de, havanın hep parçalı bulutlu olduğu yerde yaşanmaz, yaşanmıyor. Sıcağı gören Akdenizli olarak üzerindeki kat kat giysileri çıkarıp fırlatma girişimleri her seferinde daha kalınlarını bulup üzerine geçirmeyle sonuçlanan biriyim ben. Parçalı bulutludan ruhu sıkılmış, kemikleri henüz ısınamamış, Berlin'e ilkbaharda aşık olmuş, bir mayıs coşkusunda yürürken aşka göz kırpmış, yazdan umudunu kesmiş biriyim.
Amsterdam'ı bana defalarca methetmiş olan arkadaşlara sesleniyorum, gelin Berlin'i görün. Berlin'in kendine has sentezinde Amsterdam'ın otlarından çekemeyeceğiniz, mantarlarından tadamayacağınız bir sentez var çünkü. Yemeğinden konuşmasına, müziğinden giyimine göçmenlerin her şeyi birbirine katıp karıştırıp dönüştürdüğü, yeniden yarattığı şehir burası. Sonuç ne olmuş derseniz, kimsenin korktuğu gibi farklı kültürlerin çarpışmasından kavgalar, gürültüler kopmamış. Berlin farklı olanların (rahat bırakıldığında) birbirini kucakladığının kanıtlandığı yer olmuş. Ne de olsa müzik evrensel, sanat evrensel, sevmek, sevişmek evrensel, iletişim kurma çabamız, birbirimize dokunma isteğimiz evrensel. Karmaşanın güzelleştiği, güzelleştirdiği bu şehrin güzelliğinde hoşgörünün rolünü atlamamak gerek ama. Ben bir şehrin ne kadar hoşgörülü, farklı olana ne kadar açık olduğunu gaylere, lezbiyenlere tavrına bakarak anlarım.
Bu fotoğraf da Berlin'in nerede durduğunun kanıtıdır kanımca. Sokaklarında yabancı hissetmediğim, turist gibi gezinmediğim tek şehir bu. Kendi memleketimden başka. Ne doğusunda, ne batısında, ne Almanların ortasında, ne Türk mahallesinde. Çeşitliliğin kutlandığı ortamların ne kadar zenginleşebileceğini ve insanoğlunun tüm bu çeşitliliğin göbeğinde birbirini incitmeden, birbirine müdahale etmeden yaşayab,leceğini görüyorum. Bize dayatılandan ne kadar farklı değil mi?
Biz hep farklı olandan korkup onu kendimize benzetmeye çalıştık. Benzetemediğimizde de dışarıda bırakmaya. Oysa insan hayatında çeyrek yüzyılı geride bırakmışken kendisinin bile ne olduğunu, nerede durduğunu bilemiyorsa, emin olduğu çok az şey kalmışsa hayatta ve geri kalanlardan da belki de bir daha hiçbir zaman emin olamayacağını düşünüyorsa, o zaman korkulacak bir şey kalmadığını da anlıyor. Anlıyor anlamasına da, arada korkuyor gene de. Çünkü zafer kazanmak yalnız kalmaktan ibaret olabilir bazen. Ve o zaman haykırmak isteyebilirsin, gel ben kaybettim diye.

İzleyiciler