27 Eylül 2010 Pazartesi

benim yüküm...

ilişkilerden ilişkilere, aşklardan aşklara, bir sürü yük, bıkkınlık, nefret, anı kalır elimizde... peki ya en çok ne kalır acı dolu aşklardan geriye? canını acıtan kişileri/şeyleri her neyse çok geride bırakmış olan kişi yükünü de bir yerlerde boşalttığını sanır çoğu kez. oysa geriye, insanın çok derinlerine çöreklenmiş korku kalır-mış. yeniden aşık olmaktan, yeniden sevmekten, yüzünün gülmesinden, güneşli gözlerinden duyduğu korku. işte bu yüzden yarım kalan aşkları yarım bırakanlar affedilmeyi hiç hak etmiyor. çünkü onların bize bıraktıkları şey, komik ama ne acı ne anı, sadece korku. vaktiyle yakınımdaki birine demiştim, en çok kızdığım elimden aldığı hata yapma şansı demiştim. oysa ki fark edemediğim hata yapma şansı diye bir şey yokmuş, sadece bir dahakine, hata mıdır bilinmez her ne yapıyorsam, çok daha fazla korkacağımmış. kimseye kızgın olmamak değilmiş güzel olan, asıl güzel olan hiç korkmamakmış.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

mor ve ötesi nerede?

"Mor ve Ötesi Vogue'da" Ece Sükan kişisinin yapmakta olduğu moda programından bir başlık. Benim bu konuya takmamın nedeniyse Mor ve Ötesi'nin eskiden pek sevdiğim bir grup olması. Eskiden yapılan işlerin yeni işlere göre daha nitelikli olması klişedir zaten, hep bunu söyler dururuz. Ama bu grup için bu sözde gerçek payı çok fazla. Benim bildiğim Mor ve Ötesi'nin Vogue'da ne işi var diye düşündüm, bana kalırsa bir işi yok tabii ki. Bir zamanlar ne habersin ne türksün diye şarkı yapıp medya kuruluşlarına atıfta bulunurarak sanat icra eden grup, şimdi bir başka medya grubunun moda dergisine fotoğraf çekimi ve röportaj veriyor. Tamam, bu grup hiçbir zaman çok anarşist takılmamış, biraz elitist olduğunu hep belli etmiştir, ama vogue'da çıkmak da neyin nesi? Olayın alakasızlığı bununla da bitmiyor ama. Röportaj verilen, mankenlerle bezeli fotoğraf çekimleri yapılan dergi Vogue. Piyasanın en şaşaalı moda dergilerinden. Mor ve Ötesi hayranlarının kaçı vogue okuyor, grubun hayran kümesiyle vogue'un okur kümesinin kesiştiğini hiç sanmam. Dolayısıyla, protest kimliğinden yavaştan sıyrılan grup vogue'a da çıkıp deri değişimini resmi olarak belgeliyor. E madem biz değiştik dinleyicimiz de değişsin diyor. Ya da bunları hiç düşünmüyor ve başarısız bir hamle olarak bogue'da yerini mi alıyor? Sanmam, birinci ihtimaldir bence olan biten, ancak kesin teşhis için albümü bir dinlemekte de fayda var.

25 Ocak 2010 Pazartesi

içimden gelen

Şarkılara takılıp dururum, yeni bir şey değil. Bu durum da yeni bir şey değil. Sadece işte bazen, ama işte, ne gerek vardı ki, ne gerek var ki... old and wise olmadık mı daha yoksa, halbuki...

21 Ocak 2010 Perşembe

sezmek

Onu oku, bunu anla, şunu tartış, zihnin bir açılsın bir bulansın, bir şey olduğunu zannet olmasın, bir şey olduğunu zannet olma... Her şey iyi güzel de sakın durup ben ne yapıyorum diye düşünme. Düşünmeye başladığın anda çünkü, hemen o anda saçma görünüveriyor her şey gözüne. Hele de ülkende sekiz yaşındaki kız çocukları kendilerini öldürüyorsa, o zaman her şey tümden saçma sapan oluveriyor. Hangi teori, hangi kitap açar gözünü insanların da doğru düzgün düşünmeye başlarlar acaba ya da hiç başlarlar mı acaba?

seni yerlerde göklerde bulamazken, bende gizli olduğunu sezenler olmuş.*

12 Ocak 2010 Salı

başka türlü

Sabah bindiğin otobüsün şöforü şarkılı bir sesle guten morgen dediğinde ne yapacağını bilemezsin tabii ki, hayatında buna benzer bir şey görmemişsindir ki. Kısık bir sesle karşılık verip yerine geçtiğinde ilk yaptığın, burada sık sık yaptığın gibi, karşılaştırma yapmak olur kendi ülkenle bu ülke arasında. Maalesef, buruk bir karşılaştırma, çoğu zaman olduğu gibi. Çünkü benim ülkemde insanlar sabahları hınca hınç dolu otobüslerde adeta çile doldurarak hayatlarını sürdürürler. Daha iyi bir yaşam, daha yüksek bir hayat kalitesi gibi lafları kimse etmez birbirine, bundan daha iyisinin olabileceği çoğunun aklına bile gelmez ki, ne de olsa bundan iyisi can sağlığı diyerek gelmişlerdir bugünlere. Gün devam eder, öğlen vakti bindiğin tramvayın şöförü durakta beklerken kaldırımda tekerlekli sandalyede bir kadını itmeye çalışan yaşlı adamı görür, iner tramvaydan, onları karşıya geçirir, gelir yola devam eder. Trafik, kalabalık, kabalık gibi şeyler doldurmadığı için gününü ve kafasını, etrafına bakarak yardıma ihtiyacı olanı görebilecek ve yardıma koşabilecek haldedir. Yolun ortasında bir insanın yattığını görüp arabasıyla yanından geçip gidenler gibi değildir.
İşte bunlar yüzünden de, insanların mutlu olduğu, hallerinden memnun olduklarının seslerinin tınısından anlaşıldığı yerlerde yaşamak hep biraz buruktur. Acı olansa, olmayacak şey değildir bizim de ülkemizde böyle yaşamamız, ama hala olmamıştır işte.

8 Ocak 2010 Cuma

kış

Şimdi ben burada kışı yaşıyorum. Karların üzerinde yürürken aklıma geliyor, birden durup sigaramı yakıyorum, caddeler boyunca yürürken sigaramdan çıkan dumanın ağzımdan çıkan buharla birleşip havaya savrulduğunu görüyorum. Yüzümü kesen soğuk için yapabileceğim bir şey yok, yapmak da istemiyorum, hissetmek hoşuma gidiyor, sadece ellerimi kesmesin istiyorum, ellerim yaşlanıyor çünkü, ellerimiz yaşlanıyor, biz daha genciz oysa. Durmuyor zaman benim için, senin için de durmadığı gibi, benim içimde durmadığı gibi. Durmuyormuş öyle romanlarda durduğu gibi. Ne zaman ne de aşk. Ne zaman hangi aşk. Aşklardan geçtikçe azaldığımı hissediyorum, merak ediyorum sen de öyle hissetmiyor musun? Açılan kapılardan sıcak vurmuyor yüzüme şimdi, ısı da idareli, her şey gibi. Oysa ki biz İstanbul'dan geliyoruz, biz idare nedir bilmiyoruz ki. Ne ısıda, ne ateşte, ne aşkta, ne acıda, ne dostlukta, ne ihanette... Şimdi ben tek başıma yürürken düşünüyorum sigara içmeyi, kimseye sormuyorum sigara içelim mi diye. Ben elimi uzatıp kimsenin elini tutamıyorum artık, ruhumun bir yanı var, öyle yıpranmış, öyle eskimiş ki, elimi uzatsam sızlar gibi. Sızlasın istemiyorum.

Soğuk yüzümü kestikçe daha çok kendime geliyorum sanki. Kapılar açılsın, yüzüme sıcak vursun bile istemiyorum aslında. Sadece daha çok yürümek istiyorum, bir cadde bitsin, sonra öteki, sonra öteki. Bitsin ve ben bir adım ötesine geçeyim. Kendi kırılganlığımızın bir adım ötesinde mi huzur, yoksa daha da mı uzak? Yıpranmış ruhu ters yüz etmek mi kolay, iyileşsin diye beklemek mi? Kendi kırılganlığımı geçsem, gelsem sana, aynı duvara çarpmaktan korkuyorum. Sesinin ruhumu, bu şehrin soğuğunun yüzümü kestiğinden daha beter keseceğini biliyorum. Ben artık bir kesiği daha göze alamıyorum. Bir türlü hangisinin hangisine bağlandığını bilemediğim yolların haritasını kafamda kurduğumda, biz bir daha o yollarda yürümeyecektik artık, ben bunu çok geç anladım. Bazı şeyleri nasıl daha olmadan hissediyorsam, bazı hisleri de ancak eyleme dönüştükten çok sonra tanıyabiliyorum. Yaşanmışlık ne kadar klişeyse şehir de o kadar klişe işte. Ama bazı klişelerin içi yerine göre dolabiliyormuş. Bu şehirde birçok şeyde bunu görüyorum. Yüzümü kesen soğuk içime girmesin diye atkımla ağzımı burnumu kapatıyorum. Soğuk ruhumu kesmesin diye unutuyorum, yürümeye devam ediyorum.

İstemek tuhaf bir duygu, kim bilir kaçıncı kez fark ediyorum. Bu mekanizma nasıl çalışıyor, ne tetikliyor ve bir an gelip nasıl duruveriyor bilmiyorum. Ben senden kaçıyorum, kendimden kaçtığımı bilmeden. Ben çok uzun zamandır kaçmayı istemek, korkuyu cesaret sanarak yaşıyorum. Yaşıyormuşum.

Gece soğuk, gece uzun, bu şehirde şimdi hep gece.

1 Ekim 2009 Perşembe

yol

Hayatlarımızda karşılaştığımız insanların tek bir ortak noktası var, hepsi bir yerden geliyor, bir yere gidiyorlar. Bu insanları birbirinden ayıransa kiminin gittiği yere doğru giderken daha kendinden emin yürümesi, adımlarını atarken kah yeri, kah yüreğimizi titretmesi, kimininse gittiği yerden emin olmaması, bu emin olamama halinin adımları üzerindeki yansımasının da ağır aksak, özensiz, gevşek adımlar olması. Öyle gevşek adımları ki kendileri takılıp düşer ya da düşmenin eşiğinden dönüp dururlar, kendileri düşmediklerinde de size bir çelme takmaları işten bile değildir. Çünkü bu türler kendinden emin olmadıklarında başkası da şaşırsın ister, çünkü kendi rotaları yoksa herkes kaybolsun ister, çünkü kendileri mutlu değilse, herkes umutsuzluğa düşsün ister. Acı çeksin istemez belki, çünkü umutsuzluk her zaman acıdan daha acıdır.
Otobüslerin camına, trenlerin camına, vapurların demirine dayanıp ufuklara, uzaklara bakar insan yolda. Şanslıysa denize, gökyüzüne bakarak sürdürür yolculuğunu, yerlerdeki çizgilere takılır gözü, yolun kenarında arada görünüp sonra küçülerek kaybolan insanlara, hayvanlara. Ya da şanssızlıktan veya kendini mecbur ettiğinden karanlık duvarlara ya da başkalarının suratlarına bakarak sürdürür yolculuğunu. O zaman yol kenarında küçülen insanları, hayvanları, hava yavaştan kararmaya koyuldukça ışıkları keskinleşen direkleri görmez, başkalarının suratlarında kendini arar, karanlık duvarlara çarpa çarpa içi kararır.
Yola çıkmak, yolda olmak hep güzeldir. Denize bakmak gibi, uzaktaki kara parçalarındaki ışık kümeleri gibi. İnsan ne zaman başladığını bilemez her zaman yolculuğunun, ama denize mi bakıyor, karanlık duvarlara mı, bunu hep bilir.

İzleyiciler