29 Temmuz 2009 Çarşamba
tanıdıklık
28 Temmuz 2009 Salı
bu şehir bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor...
27 Temmuz 2009 Pazartesi
son gün...
26 Temmuz 2009 Pazar
farewell to you*
"Who is gay here" sorusuna karşılık olarak "We are all gay" cümlesini kafamızla onaylayarak geçtik kapısından, bu sorunun ayrımcılık olduğunu düşünmedik de değil. Bu kez yorulduğumuzu bile anlamadan, saatlerce durmadan dans ettik. Suratı kırışıklık içindeki, en az 70 yaşındaki teyzenin de saatlerce durmadan dans etmesini, bir yandan da aralıksız alkol ve sigara tüketmesini de hayretle izledik. Çorbamızı da içtik, ama oradan doğruca u-bahna gitmedik bu kez. Önce Kreuzberg Zentrum'u aldık arkamıza. Orada kutuya... Oradan da Kottbusser Tor yazısının önüne geçtik. Belgeledik bir veda gecesinin sabahını daha.
24 Temmuz 2009 Cuma
krapp's last tape
yeter artık
içimden şehirler geçiyor
23 Temmuz 2009 Perşembe
kafanın karıştığı anlar
plan yapmayı bıraktım.
dönmek...
15 Temmuz 2009 Çarşamba
on bir
14 Temmuz 2009 Salı
Hepimiz çocuğuz...
13 Temmuz 2009 Pazartesi
Stardust
Studentenfutter
9 Temmuz 2009 Perşembe
bohemlik biter mi... hayata yayılmış bohemlik
Bohem hayat tarzını sürdürmekte olan kişiler birbirlerini bulduklarında (veya önceden içindeki bohemi keşfedememiş kişi kendisi gibi içindeki potansiyelin farkında olmayan bohem adaylarıyla bir araya geldiğinde) gece uyumanın manasızlığını fark ederler önce. Çünkü hepsi öğrencidir bu insanların (çalışan kişiden bohem olmaz, çalışan kişinin yeterince dikkatli olmadığında uzun vadede insanlıktan bile çıktığını gördüm), sabahları alarmlarını kapatıp uyumaya devam etme şansları vardır. İçinde bulundukları ayı geçirecek kadar paraları varsa, işin mali kısmı da çözülmüş demektir. Bohem dediğin öyle giysi, ayakkabı alışverişine falan çıkmaz. Onlar gerçek dünyada, maaş alan insanların yaptıkları eylemlerdir. Bohemin alışverişten anladığı Kaisers'e, Aldi'ye gitsin, ucuz ucuz pizzasını, kolasını, şarabını alsın, evine gelip yesin içsindir. Arada bohemin de coştuğu, para harcamak istediği anlar olmaz mı olur, gider alır 3 euroluk şarabını. Gece ilerler, gece evde geçiyorsa birinci film bitmiş, ikinci üzerinde düşünülmektedir. Hava güzelse çıkıp yürüyüş de yapılabilir tabii ki. Dışarıda bir yerlerde ilerliyorsa gece, tekila shot zamanı gelmiş olabilir. Sabah olduğunda (ki Berlin'de zor bir şey değil, 3-4 gibi aydınlanır gökyüzü) herkes mutludur, bir de uykulu ve aç. Kafalar tren camlarına dayanmış dışarısı seyrediliyor da olabilir, herkes kendini bulduğu yatağa (veya koltuğa) atmış uyukluyor da. Küçük şeylere bağlanmıştır mutluluk, önceden belirlenmemiş süreler boyunca. Gerçek hayata en benzemeyen yönü de budur işte, mutluluk büyük beklentilere bağlanmış gerçekçi olmayan bir kavram değildir. Akşam film izlemektir, ödevini bitirip dışarı çıkmaktır, marketten pizza alıp eve gelip dizi izlemektir, arkadaşlarınla sabahlamaktır. Zamanı sınırlamak da yoktur, şu saate kadar demezsiniz, nereye kadar giderse, ne kadar sürerse.
Benim gibi küçük şeylerle mutlu olmaya alışmamışsanız önce tuhaf gelir, kendimi mi kandırıyorum, vakit mi öldürüyorum, ne yapıyorum ben diyebilirsiniz. Ama er ya da geç fark ediyorsunuz, gün ağarmadan eve girmemeyi bıraksam da, akşama arkadaşlarımla izleyeceğim filmle mutlu olmaya devam edebilirim. Uzun geceleri, tekila shotları bünye artık kaldırmayacak duruma da gelse, kulaklıklarımı takıp sevdiğim bir şarkıyı dinlemek keyiflendirebilir beni. Büyük beklentilere girmeden yaşayabilir hayatımı, kendimi daha fazla kanırtmadan hayatın tadını çıkarmayı öğrenebilirim. İnanıyorum ki insan bunu ne kadar yapabilirse, hayatta o denli mutlu olabilir. Elde edemediklerinin kendisini üzmesine ne kadar az izin verirse, onları ne kadar çabuk geçmişte bırakırsa, elde edebileceklerinin ne kadar çok olduğunu görüp, geleceğinden keyif duymaya başlayabilir.
Yakın bir zamanda Berlin'den geçen/geçecek olan bohemlerin anısına... Bir Alman'dan duyduğuma göre de zaten kimse kalmıyormuş Berlin'de. Herkes gelip, aşık olup, kalmak istiyor, ama geçip gidiyormuş.
8 Temmuz 2009 Çarşamba
tüm üşengeçlere gelsin, çok pişmanım çok
6 Temmuz 2009 Pazartesi
şölen gibi performans
http://www.facebook.com/home.php#/video/video.php?v=105036899216&ref=nf
ömür biter pdf bitmez...
çığlık çığlığa...*
4 Temmuz 2009 Cumartesi
Sex and The City ve hayal kırıklığı
Berlin'e gelmemden hemen birkaç gün sonra heyecanla izlemeye başladığımız ve sezonları sırasında karakterlerin tutarlılığı ve espri anlayışı (bir de tabii işlenen oldukça evrensel konular, sorunlar, durumlar -been there done him situation) sayesinde bağlanıp hastası olduğumuz Sex and The City'nin finalini de filmini izleyerek yapalım dedik, yapmaz olaydık. Her zamanki gibi elimizde şarap kadehlerimizle karşısına geçip izlemeye başladık. İlk falsolu hareket dünyanın en öküz evlenme planlarından biriyle geldi. Evet evlenme teklifi değil, evlenme planı yapıldı. Carrie'nin en büyük takıntısının pırlanta değil "a big closet" olması hala karakterle tutarlıydı, ancak düğün salonunda terk edildikten aylar sonra birden bir aydınlanma yaşamışçasına Big'i ben korkuttum, büyük bir düğün yapmak istedim ve onu korkuttum, kaçırdım moduna girmesi tutarlılıktan çok uzaktı, saçmasapandı. Bizim tanıyıp sevdiğimiz Carrie Bradshaw zekiydi, özgürlüğüne düşkündü. Evlenecekse ancak Big kadar aşık olduğu bir adamla evlenirdi, ama (muhteşem)gelinliğinin içinde kafasında kuşuyla kaldıktan sonra kendini suçlayıp adamı geri almaya hazır olduğunu ilan etmezdi. Bu bağlamda Samantha ve Miranda'ya diyecek sözüm yok. Film Carrie Bradshaw'un filmi (dizide hiç hissetmediğimiz kadar tek karakter üzerinden gidiyor ve bu da filmin sıkıcılığını katlayan faktörlerden), arkadaşları da yandan yavaştan devam eden hayatlarında ufak tefek olaylar yaşayıp arada sahnede belirip kayboluyor. Miranda (ki kendisi zekası ve sahip olduğu "sense of humour" nedeniyle Carrie'den sonra en sevdiğim karakterdi -elbette dizide-) bile Big'in düğünden kaçmasına katkıda bulunduğunu düşünecek kadar naif davranıp Big'le arasında geçen kısacık ve (bence Big'in kaçmasında hiç rolü olmayan) konuşmayı Carrie'ye en uygun zamanda anlatabilmek için aylarca bekliyor ve sonunda Carrie kendisine evliliğimi sen mahvettin tadında laflar ve bakışlar atıp gittiğinde de kendin gerçekten suçlu hissediyor. Tutarlılığından ödün vermeyen karakterler Charlotte ve bir bakıma Samantha oldu. Charlotte başından beri istediği şeylerin peşindeydi, kararları zaman zaman değişse de zeka seviyesinin değiştiğinden şüpheye düşmedik. Samantha her zamanki gibi en çok kendini sevdi, kendinden bekleneni yaptı. Küçük ve renkli bir ayrıntı olarak -ve tabii Carrie'ye ayna tutması, yol göstermesi için- filme katılan asistan kız da hoşuma gidebilirdi, evlilik takıntısı olmasaydı ve sanki bunun böyle olması gerekiyormuş gibi aşık olduğu eski sevgilisi tarafından kıymeti anlaşılıp apar topar nikaha koşmasaydı.
Kısacası bir zamanların akıllı, özgür, bağımsız kadınları evliliğe at koşturur olmuş. Ne evliliğe at koşturmak ne de nikah peşinde koşmak yanlış bence. İnsan bunları başından beri istiyor olabilir veya hayatının bir döneminde istemeye başlayabilir. Ancak bu kadınlar sürdürdükleri sıra dışı hayatlarla ve bu hayatlara gerçekten inanmalarıyla sevdiğimiz kadınlar değil miydi? Bizi etkileyen onların gücü, zekası, bağımsız duruşu değil miydi? Filmin beni kızdıran yönü zeki ve bağımsız Carrie'nin evlenmek uğruna karşısındaki adamın hatalarını görmeyen salak bir kadın gibi resmedilmesi. Adamın yaptığı bariz yanlışa rağmen olayın bir noktadan sonra Carrie'nin hatasına dönüşmesi.
Bu filmin özeti şudur:
1.Hatayı her zaman kadınlar yapar (bkz. nikahtan kaçıran gelin Carrie Bradshaw).
2.Hatayı doğrudan kadınların yapmadığı ender durumlarda da erkeklerin yaptığı hatanın tetikleyicisi kadın olmuştur, bu da kadını dolaylı olarak suçlu kılar. (bkz. ettiği birkaç lafla adamı nikahtan soğutan Miranda)
3.İstediğiniz kadar zeki geçinin, hepiniz erkeklere kul köle olursunuz, hele bir yaşınız ilerlesin, adamı kaçırmamak için her türlü hatayı görmezden gelir, dibinden ayrılmazsınız. Gençlikte verilen bağımsız pozlar, duramam giderimler, aşk kadınıyım ama aklım da başımdalar geçmişte kalmıştır, devir kocanın peşinden koşma devridir. Akıllı olun!
Filmde giyilen kıyafetlere, ayakkabılara (hepsine olmasa da) hasta bir insan olmama rağmen, asistan kızın ilk Louis Vuitton çantasına sahip olduğu andaki heyecanını, sevincini ben hiçbir zaman anlayamam.
Internet ortamlarında biraz bakınarak edindiğim kanı şudur ki Türk kadınları bu filmi sevmiş, anlayan beri gelsin, bana da anlatsın.
2 Temmuz 2009 Perşembe
bir veda akşamı daha
Havalar -17 dereceye kadar soğumadan, sonra tekrar ısınıp tekrar tekrar soğumadan çok önce ben Berlin'e ilk kez adım attığımda, o zamanlar bana o denli yabancı ve karışık görünen sokaklardan beni sonbahar yapraklarıyla kaplı geniş güzel bir caddedeki görkemli bir altbau'nun önüne getirip burada oturuyorum dediğinde, merdivenler odaya açıldığında ve ben o kırmızılı siyahlı, bizim için hep biraz karanlık, biraz hüzünlü odayı çok sevdiğimde, bazen duvarında asılı aynaya dalıp gittiğimde hep ileri bakmış, hep ileriyi düşünmüştüm, ama bugünü değil. Bugünün geleceğini hiç düşünmemiştim. Üzerinden neredeyse bir sene geçti, Kollwitz sokaklarından Kreuzberg sokaklarına taşındık, November'ı Özkan Bakerei'ı terk edip Simirna'dan Sarumma'dan çıkmaz olduk. Yakışıklı Alman garsonların, Gürcü göçmenlerin çalıştığı kafelerden Trabzonlu amcanın Akçaabat köfte yaptığı köftecilere gidip çay içer olduk. Hindistan cevizli, portakallı kurabiyeler mi daha lezzetliydi Lübnan usulü dürümler mi bilmiyorum, ama Kollwitz Bakerei bir gün Cihangir'de açılmalı. Biz seninle Kerstin'in kurabiye tarifleri kitabının aynısını alıp malzemelerimizi "yurtdışından" getirtip kurabiyelerimizi pişirirken çocuklarımız pedalı olmayan tuhaf bisikletleriyle ortalıkta dolanmalı. Zihnimizin bir köşesinden arada bugünler geçmeli, gözlerimizin içi gülmeli.
Nerede başladık, nelerden geçtik, bak şimdi nerede bırakacağız. Bırakacak mıyız ki? Yolculuğumuzun en bohem dönemine beraber kahkahalar atarak eşlik ettik. En çok o parkta anladık galiba birbirimizi, kendimizi, bir de o kanal kenarındaki kafede.
Her şeyin bir sonu olduğuna inanmak istemesem de yarın bunu kanıtlar gibi. Olsun bir daha gelmeyecek miyiz, hiçbir şeyi son kez yapmıyoruz ki... Ya da... Bir sonraki Karnival der Kulturen'de nerede oluruz, bir sonraki Gay Parade'e de gelir miyiz, gelsek de o geceki gibi halay çekecek enerjimiz olur mu... Caz Bar'a gitmek ister miyiz bir daha... Spree kenarında en ucuzundan Aldi şarabını yudumlarken gene bir yerlerde hata yaptığımızı fark edip bunu böyle yapmayalım artık der miyiz... Sonra da yine yapar mıyız... Zaman bizi ne kadar değiştirir, biz bir daha ne kadar değişiriz, bir daha ne zaman bohem olur, biraz Berlin biraz İstanbul gibi hissederiz...
"Ben hayatımda hiç böyle bir dönem yaşamamıştım. Bağlı olduğum kimse yok, hiçbir şey yok."