15 Temmuz 2009 Çarşamba

on bir

Sahi ne zaman gitmiştim ben. Onu görmeden gitmiştim, ya da belki de göremeden. Ama hep özleyerek, en gerçeği özlemek, bütün özlediklerim benden ayrı yaşadığından beri hayatımın gerçeği özlemek. Ona sayfalar dolusu mektuplar yazmak, gittiğim her şehrin sokaklarını anlatmak, her şehirden ona kart atmak... Siyah beyaz kartlar atmak ona, çok sevdiğim Almanca hocası Benita'nın bir gün çiçekli kumaştan yapılmış heybesinde getirip bir sıranın üzerine boşalttığı kartpostallar gibi kartpostallar yollamak ona. Koudelka'nın resimlerinin olduğu kartpostalların arkasına o gün ne kadar güzeldi hatırlıyor musun diye başlayan birkaç satırlık yazılar yazmak ve yollamak ona. Her şehirde ona dair bir şey bulmak, her şehirden bir şey koparıp onun için saklamak, ona göstermek üzere beklemek. Beklemek, beklemek, beklemek. Hayatın gerçeği. Bazen gelmeyecek olan anı, ya da çoktan geçmiş olanı. Gecenin bir yarısı gerçekliğe batmış giderken yazısını okumak, kafamı nefes almak için suyun üstüne çıkarırcasına gerçekliğin üzerine çıkarmak, ağzım burnuma dolmuş olan gerçekliğin akıp gitmesini beklemek, okunmamış hikayelerin bitmesini beklemek. Yazısının beni götürdüğü yerde hangisi gerçekti diye düşünmek. Müzik öğretmeni, gitmek, özlemek, heyecanlanmak, sadece o görsün diye yazmak, onun anlayacağını bilerek rahatlamak, yükseklerden aşağıya seslenmek, ya beklemezse diye korkup koşar adımlarla inmek merdivenleri, seslenmek, sesini duyurmak, çantadan eşyalarını çıkarmak, yerleşmek, dinlenmek, çok dinlenmek, daha da dinlenmek isterken eşyalarını toplaması. Seni göndermesi. Sanki yapabilirmiş gibi. Kimse kimseyi gönderemez, herkes istediği için gider çünkü. Ya gerçekten istediği için, ya da o istediği anda korktuğu ve o korkuyla istemeye başladığı için. Sadece senin anlayacağını bilerek yazmak bu satırları, kimse anlamasa da birinin anlayacağını bilmek. Sana göstermek için fotoğraflar çekmek, sana Berlin'i anlatmaya çalışmak, anlatamamak. Şehirler anlatılmıyor çünkü. Ben ne desem anlatamıyorum yerleştiğim yerleri. Ne İstanbul'u anlatabilirim sana, ne Berlin'i. Neyse ki İstanbul senin de şehrin, onu ikimiz de tanıyoruz. Ama Berlin'i gelip görmelisin. Hiç gelmediğin her yer için gelmelisin buraya. Hiç yapmadığımız her şey için burayı beraber gezmeliyiz. Turist gibi değil ama, buralı gibi. Her şeye hayret etmeliyiz beraber, insanlar artık hayret etmekten vazgeçti çünkü. Hayret etmekten de, keşfetmekten de, başka bir şey yapmaktan, başka bir şey olmaktan da. İşte biz seninle bunun için, sırf onlara benzemediğimizi bir kere daha, belki de kendimize de göstermek için beraber bir şehri tanımalıyız, bir şehri tanırken birbirimizi bir daha tanımalı, bir daha anlamalıyız. "Bir insan bir insanı tam olarak anlayamaz bence, kimse aynı tecrübelere sahip değil ki." Biz bir daha denersek anlarız belki birbirimizi. Ben senin beni anladığını bildim çok zaman, sen de bilirsin belki. Ankara'dan İstanbul'a uzanan yollar gibi olur o zaman şehrin sokakları. Sisle kaplanmış Bolu Dağı olmaz, yol üzerindeki dinlenme tesisinin lokantası olmaz, çözmeye çalıştığımız şarkılar olmaz. Bir şarkıyı beraber çözmekle başlasın her şey ve bir gün gelip de birini bu kadar özle... Keşke gitmek için acele etmesi gerektiğini düşünmesen, keşke aslında senin gitmek için acele etmen gerekmese. Eşyalarını toplamasan onun ve o orada istediği kadar dinlense. Çünkü sen onu gönderdiğinde ne kadar üzüleceğini bilemezsin, ne kadar üzüleceğini bilmek de istemezsin. Kendi eşyalarını toplamak için acele etmesen bu kadar. Keşke bir daha hiç bir yere yetişmen gerekmese. Erkenden gelip erkenden gitmesen hiç. Anlasan hiçbir şeye yetmeyen zamanın asla bir şeye yetecek kadar fazla olmadığını ve bizim bundan daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu. Biliyor musun ben bir tren camından görüyorum dünyayı hep artık. Üzülüyorum da. Ve burada hep yağmur yağıyor ve ben hafiflemiyorum yağmurla. Yağmur hep yağıyor burada, bazı şehirlerin sokakları hep ıslakmış, bilmezdim.

Ben artık umutsuzluktan daha sessiz değilim ve biz senle hiçbir zaman kaybetmedik.


Hiç yorum yok:

İzleyiciler