1 Ekim 2009 Perşembe
yol
20 Ağustos 2009 Perşembe
The Saint of Incipient Insanities
14 Ağustos 2009 Cuma
huzur...
29 Temmuz 2009 Çarşamba
tanıdıklık
28 Temmuz 2009 Salı
bu şehir bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor...
27 Temmuz 2009 Pazartesi
son gün...
26 Temmuz 2009 Pazar
farewell to you*
"Who is gay here" sorusuna karşılık olarak "We are all gay" cümlesini kafamızla onaylayarak geçtik kapısından, bu sorunun ayrımcılık olduğunu düşünmedik de değil. Bu kez yorulduğumuzu bile anlamadan, saatlerce durmadan dans ettik. Suratı kırışıklık içindeki, en az 70 yaşındaki teyzenin de saatlerce durmadan dans etmesini, bir yandan da aralıksız alkol ve sigara tüketmesini de hayretle izledik. Çorbamızı da içtik, ama oradan doğruca u-bahna gitmedik bu kez. Önce Kreuzberg Zentrum'u aldık arkamıza. Orada kutuya... Oradan da Kottbusser Tor yazısının önüne geçtik. Belgeledik bir veda gecesinin sabahını daha.
24 Temmuz 2009 Cuma
krapp's last tape
yeter artık
içimden şehirler geçiyor
23 Temmuz 2009 Perşembe
kafanın karıştığı anlar
plan yapmayı bıraktım.
dönmek...
15 Temmuz 2009 Çarşamba
on bir
14 Temmuz 2009 Salı
Hepimiz çocuğuz...
13 Temmuz 2009 Pazartesi
Stardust
Studentenfutter
9 Temmuz 2009 Perşembe
bohemlik biter mi... hayata yayılmış bohemlik
Bohem hayat tarzını sürdürmekte olan kişiler birbirlerini bulduklarında (veya önceden içindeki bohemi keşfedememiş kişi kendisi gibi içindeki potansiyelin farkında olmayan bohem adaylarıyla bir araya geldiğinde) gece uyumanın manasızlığını fark ederler önce. Çünkü hepsi öğrencidir bu insanların (çalışan kişiden bohem olmaz, çalışan kişinin yeterince dikkatli olmadığında uzun vadede insanlıktan bile çıktığını gördüm), sabahları alarmlarını kapatıp uyumaya devam etme şansları vardır. İçinde bulundukları ayı geçirecek kadar paraları varsa, işin mali kısmı da çözülmüş demektir. Bohem dediğin öyle giysi, ayakkabı alışverişine falan çıkmaz. Onlar gerçek dünyada, maaş alan insanların yaptıkları eylemlerdir. Bohemin alışverişten anladığı Kaisers'e, Aldi'ye gitsin, ucuz ucuz pizzasını, kolasını, şarabını alsın, evine gelip yesin içsindir. Arada bohemin de coştuğu, para harcamak istediği anlar olmaz mı olur, gider alır 3 euroluk şarabını. Gece ilerler, gece evde geçiyorsa birinci film bitmiş, ikinci üzerinde düşünülmektedir. Hava güzelse çıkıp yürüyüş de yapılabilir tabii ki. Dışarıda bir yerlerde ilerliyorsa gece, tekila shot zamanı gelmiş olabilir. Sabah olduğunda (ki Berlin'de zor bir şey değil, 3-4 gibi aydınlanır gökyüzü) herkes mutludur, bir de uykulu ve aç. Kafalar tren camlarına dayanmış dışarısı seyrediliyor da olabilir, herkes kendini bulduğu yatağa (veya koltuğa) atmış uyukluyor da. Küçük şeylere bağlanmıştır mutluluk, önceden belirlenmemiş süreler boyunca. Gerçek hayata en benzemeyen yönü de budur işte, mutluluk büyük beklentilere bağlanmış gerçekçi olmayan bir kavram değildir. Akşam film izlemektir, ödevini bitirip dışarı çıkmaktır, marketten pizza alıp eve gelip dizi izlemektir, arkadaşlarınla sabahlamaktır. Zamanı sınırlamak da yoktur, şu saate kadar demezsiniz, nereye kadar giderse, ne kadar sürerse.
Benim gibi küçük şeylerle mutlu olmaya alışmamışsanız önce tuhaf gelir, kendimi mi kandırıyorum, vakit mi öldürüyorum, ne yapıyorum ben diyebilirsiniz. Ama er ya da geç fark ediyorsunuz, gün ağarmadan eve girmemeyi bıraksam da, akşama arkadaşlarımla izleyeceğim filmle mutlu olmaya devam edebilirim. Uzun geceleri, tekila shotları bünye artık kaldırmayacak duruma da gelse, kulaklıklarımı takıp sevdiğim bir şarkıyı dinlemek keyiflendirebilir beni. Büyük beklentilere girmeden yaşayabilir hayatımı, kendimi daha fazla kanırtmadan hayatın tadını çıkarmayı öğrenebilirim. İnanıyorum ki insan bunu ne kadar yapabilirse, hayatta o denli mutlu olabilir. Elde edemediklerinin kendisini üzmesine ne kadar az izin verirse, onları ne kadar çabuk geçmişte bırakırsa, elde edebileceklerinin ne kadar çok olduğunu görüp, geleceğinden keyif duymaya başlayabilir.
Yakın bir zamanda Berlin'den geçen/geçecek olan bohemlerin anısına... Bir Alman'dan duyduğuma göre de zaten kimse kalmıyormuş Berlin'de. Herkes gelip, aşık olup, kalmak istiyor, ama geçip gidiyormuş.
8 Temmuz 2009 Çarşamba
tüm üşengeçlere gelsin, çok pişmanım çok
6 Temmuz 2009 Pazartesi
şölen gibi performans
http://www.facebook.com/home.php#/video/video.php?v=105036899216&ref=nf
ömür biter pdf bitmez...
çığlık çığlığa...*
4 Temmuz 2009 Cumartesi
Sex and The City ve hayal kırıklığı
Berlin'e gelmemden hemen birkaç gün sonra heyecanla izlemeye başladığımız ve sezonları sırasında karakterlerin tutarlılığı ve espri anlayışı (bir de tabii işlenen oldukça evrensel konular, sorunlar, durumlar -been there done him situation) sayesinde bağlanıp hastası olduğumuz Sex and The City'nin finalini de filmini izleyerek yapalım dedik, yapmaz olaydık. Her zamanki gibi elimizde şarap kadehlerimizle karşısına geçip izlemeye başladık. İlk falsolu hareket dünyanın en öküz evlenme planlarından biriyle geldi. Evet evlenme teklifi değil, evlenme planı yapıldı. Carrie'nin en büyük takıntısının pırlanta değil "a big closet" olması hala karakterle tutarlıydı, ancak düğün salonunda terk edildikten aylar sonra birden bir aydınlanma yaşamışçasına Big'i ben korkuttum, büyük bir düğün yapmak istedim ve onu korkuttum, kaçırdım moduna girmesi tutarlılıktan çok uzaktı, saçmasapandı. Bizim tanıyıp sevdiğimiz Carrie Bradshaw zekiydi, özgürlüğüne düşkündü. Evlenecekse ancak Big kadar aşık olduğu bir adamla evlenirdi, ama (muhteşem)gelinliğinin içinde kafasında kuşuyla kaldıktan sonra kendini suçlayıp adamı geri almaya hazır olduğunu ilan etmezdi. Bu bağlamda Samantha ve Miranda'ya diyecek sözüm yok. Film Carrie Bradshaw'un filmi (dizide hiç hissetmediğimiz kadar tek karakter üzerinden gidiyor ve bu da filmin sıkıcılığını katlayan faktörlerden), arkadaşları da yandan yavaştan devam eden hayatlarında ufak tefek olaylar yaşayıp arada sahnede belirip kayboluyor. Miranda (ki kendisi zekası ve sahip olduğu "sense of humour" nedeniyle Carrie'den sonra en sevdiğim karakterdi -elbette dizide-) bile Big'in düğünden kaçmasına katkıda bulunduğunu düşünecek kadar naif davranıp Big'le arasında geçen kısacık ve (bence Big'in kaçmasında hiç rolü olmayan) konuşmayı Carrie'ye en uygun zamanda anlatabilmek için aylarca bekliyor ve sonunda Carrie kendisine evliliğimi sen mahvettin tadında laflar ve bakışlar atıp gittiğinde de kendin gerçekten suçlu hissediyor. Tutarlılığından ödün vermeyen karakterler Charlotte ve bir bakıma Samantha oldu. Charlotte başından beri istediği şeylerin peşindeydi, kararları zaman zaman değişse de zeka seviyesinin değiştiğinden şüpheye düşmedik. Samantha her zamanki gibi en çok kendini sevdi, kendinden bekleneni yaptı. Küçük ve renkli bir ayrıntı olarak -ve tabii Carrie'ye ayna tutması, yol göstermesi için- filme katılan asistan kız da hoşuma gidebilirdi, evlilik takıntısı olmasaydı ve sanki bunun böyle olması gerekiyormuş gibi aşık olduğu eski sevgilisi tarafından kıymeti anlaşılıp apar topar nikaha koşmasaydı.
Kısacası bir zamanların akıllı, özgür, bağımsız kadınları evliliğe at koşturur olmuş. Ne evliliğe at koşturmak ne de nikah peşinde koşmak yanlış bence. İnsan bunları başından beri istiyor olabilir veya hayatının bir döneminde istemeye başlayabilir. Ancak bu kadınlar sürdürdükleri sıra dışı hayatlarla ve bu hayatlara gerçekten inanmalarıyla sevdiğimiz kadınlar değil miydi? Bizi etkileyen onların gücü, zekası, bağımsız duruşu değil miydi? Filmin beni kızdıran yönü zeki ve bağımsız Carrie'nin evlenmek uğruna karşısındaki adamın hatalarını görmeyen salak bir kadın gibi resmedilmesi. Adamın yaptığı bariz yanlışa rağmen olayın bir noktadan sonra Carrie'nin hatasına dönüşmesi.
Bu filmin özeti şudur:
1.Hatayı her zaman kadınlar yapar (bkz. nikahtan kaçıran gelin Carrie Bradshaw).
2.Hatayı doğrudan kadınların yapmadığı ender durumlarda da erkeklerin yaptığı hatanın tetikleyicisi kadın olmuştur, bu da kadını dolaylı olarak suçlu kılar. (bkz. ettiği birkaç lafla adamı nikahtan soğutan Miranda)
3.İstediğiniz kadar zeki geçinin, hepiniz erkeklere kul köle olursunuz, hele bir yaşınız ilerlesin, adamı kaçırmamak için her türlü hatayı görmezden gelir, dibinden ayrılmazsınız. Gençlikte verilen bağımsız pozlar, duramam giderimler, aşk kadınıyım ama aklım da başımdalar geçmişte kalmıştır, devir kocanın peşinden koşma devridir. Akıllı olun!
Filmde giyilen kıyafetlere, ayakkabılara (hepsine olmasa da) hasta bir insan olmama rağmen, asistan kızın ilk Louis Vuitton çantasına sahip olduğu andaki heyecanını, sevincini ben hiçbir zaman anlayamam.
Internet ortamlarında biraz bakınarak edindiğim kanı şudur ki Türk kadınları bu filmi sevmiş, anlayan beri gelsin, bana da anlatsın.
2 Temmuz 2009 Perşembe
bir veda akşamı daha
Havalar -17 dereceye kadar soğumadan, sonra tekrar ısınıp tekrar tekrar soğumadan çok önce ben Berlin'e ilk kez adım attığımda, o zamanlar bana o denli yabancı ve karışık görünen sokaklardan beni sonbahar yapraklarıyla kaplı geniş güzel bir caddedeki görkemli bir altbau'nun önüne getirip burada oturuyorum dediğinde, merdivenler odaya açıldığında ve ben o kırmızılı siyahlı, bizim için hep biraz karanlık, biraz hüzünlü odayı çok sevdiğimde, bazen duvarında asılı aynaya dalıp gittiğimde hep ileri bakmış, hep ileriyi düşünmüştüm, ama bugünü değil. Bugünün geleceğini hiç düşünmemiştim. Üzerinden neredeyse bir sene geçti, Kollwitz sokaklarından Kreuzberg sokaklarına taşındık, November'ı Özkan Bakerei'ı terk edip Simirna'dan Sarumma'dan çıkmaz olduk. Yakışıklı Alman garsonların, Gürcü göçmenlerin çalıştığı kafelerden Trabzonlu amcanın Akçaabat köfte yaptığı köftecilere gidip çay içer olduk. Hindistan cevizli, portakallı kurabiyeler mi daha lezzetliydi Lübnan usulü dürümler mi bilmiyorum, ama Kollwitz Bakerei bir gün Cihangir'de açılmalı. Biz seninle Kerstin'in kurabiye tarifleri kitabının aynısını alıp malzemelerimizi "yurtdışından" getirtip kurabiyelerimizi pişirirken çocuklarımız pedalı olmayan tuhaf bisikletleriyle ortalıkta dolanmalı. Zihnimizin bir köşesinden arada bugünler geçmeli, gözlerimizin içi gülmeli.
Nerede başladık, nelerden geçtik, bak şimdi nerede bırakacağız. Bırakacak mıyız ki? Yolculuğumuzun en bohem dönemine beraber kahkahalar atarak eşlik ettik. En çok o parkta anladık galiba birbirimizi, kendimizi, bir de o kanal kenarındaki kafede.
Her şeyin bir sonu olduğuna inanmak istemesem de yarın bunu kanıtlar gibi. Olsun bir daha gelmeyecek miyiz, hiçbir şeyi son kez yapmıyoruz ki... Ya da... Bir sonraki Karnival der Kulturen'de nerede oluruz, bir sonraki Gay Parade'e de gelir miyiz, gelsek de o geceki gibi halay çekecek enerjimiz olur mu... Caz Bar'a gitmek ister miyiz bir daha... Spree kenarında en ucuzundan Aldi şarabını yudumlarken gene bir yerlerde hata yaptığımızı fark edip bunu böyle yapmayalım artık der miyiz... Sonra da yine yapar mıyız... Zaman bizi ne kadar değiştirir, biz bir daha ne kadar değişiriz, bir daha ne zaman bohem olur, biraz Berlin biraz İstanbul gibi hissederiz...
"Ben hayatımda hiç böyle bir dönem yaşamamıştım. Bağlı olduğum kimse yok, hiçbir şey yok."
29 Haziran 2009 Pazartesi
buraya da yaz geldi
27 Temmuz 2009 itibarıyla Berlin en renkli sokak festivallerinden birine daha kendinden beklenen incelikte ev sahipliği yaptı. CSD'de yürüyüş yapacak grupların iki rota takip edecek olması ve bu rotalardan birinin Oranienstr.de son bulacak olması bizi öğlen saatlerinde Kotti'ye getirdi. Simirna'da çekirdek çıtlayıp sonunda açan güneşin tadını çıkarırken önümüzden geçmeye başlayan kadın erkek çocuk teyze amca güruhunun heyecanına kapılıp Oranienstr.den Görlitzer Bahnhof'a doğru ilerlemeye başladık. "Toleranz? Nein Danke!" bu senenin sloganıydı, kafamı çevirdiğim her yönde beni neyin farklı olduğunu düşünmeye zorlayan insanlar, yüzler, bedenler, renkler vardı. Farklı olan kim, farklı olan var mı ki... Gaylere, lezbiyenlere, transseksüellere, travestilere "anlayış göstermek", "ben sevmem, benden uzak olsun, ama beni ilgilendirmez" diyerek yaşamak ne kadar dürüstçe acaba. Bizi kim böylece kabullenmiş peki. Heteroseksüel olduğumuz için en azından hayatın bir alanında biz kimliğimizi rahatça ifade ederken, anlayışa veya toleransa ihtiyaç duymazken onlara lütfedip anlayış gösterir tavırlar sergilemek ne kadar insancıl? Heteroseksüel olduğum için cinsel kimliğimden ötürü aşağılanmıyor olsam da, kadın olmanın bir sonucu olarak toplumsal cinsiyetimle, onun getirdiği rollerle, sorumluluklarla başımın hoşlaşmadığı zamanlar olur. Çoğu kadının olur. Farkında olan her kadının olur. İşte bu yüzden Oranienstr.de atılan sloganlar yalnızca gayler, lezbiyenler, translar için değildi. Hepimiz içindi. İnsan olan herkes için. Faşizme karşı, ırkçılığa karşı, cinsiyet ayrımcılığına karşı olanlar orada hep birlikte neye karşı olduklarını bir kez daha anladılar, bir kez daha haykırdılar.
Her Berlin sokak eğlencesinde olduğu gibi aklımdan keşke bunu İstanbul'da da yapsak düşüncesi geçmedi mi, geçti. Bianete bakınca da içime biraz su serpildi. İstanbul Gay pride 2009 yapılmış, başarılı bir organizasyon olduğu da söyleniyor, ancak internet üzerinden aramalarıma rağmen diğer gazetelerde bu konuyla ilgili bir şey bulamadım, bu da ilginç.
CSD'ye dönersek, Kreuzberg'in en güzel yerinde kutlamalar konuşmalarla, dans şovlarıyla devam etti. Akçaabat köftecisinde bir Berlin klasiği haline gelmesi muhtemel olan köfte ekmeklerimizi yiyip beleş kebapçı çayını içtikten sonra geri döndüğümüzde hava sonunda kararmaya başlamış, sahneler hareketlenmişti. Tabii ki soluğu Türkçe şarkıların kulağımıza çalındığı Türk sahnesinde aldık, kendimizi öyle bir kaptırdık ki o coşkuyla halay çekmeye başladık. Sokak eğlencesi yavaş yavaş sona doğru yaklaşırken ben bileğime Respekt yazan yeşil renkli damgayı vurdurmuş, SO36'nın nasıl bir yer olacağını merakla bekliyordum. Kreuzberg'in güzide club'larından olan bu mekanda her ayın son cumartesi günü Gayhane adı altında gay, lezbiyen, trans parti düzenleniyor. Mekana girdiğimde her tarafta asılı olan uçuşan tüller ve renkler bana Mezdeke'yi çağrıştırdı. Önce Rober Hatemo, Fatih Ürek, Sezen'den olmazsa olmaz Rakkas derken artık aşina olduğumuz ve pek sevdiğimiz kendine has tarzıyla bizi çok eğlendiren Djane İpek'in çalmaya başlamasıyla ortamda oryantalin dibine vurduk. CSD'nin de etkisiyle iyice kalabalık olduğunu düşündüğüm ortam değişik ve güzeldi. Gün boyu kafamda çınlayan farklı olan kim cümlesi etrafımda öpüşen lezbiyen ve gay çiftlerle iyice tetiklendi. Sahi bizi tüm bunların korkunçluğuna ve pisliğine inandıran kimdi, neydi? Bu propagandanın arkasında yatan neydi? Yoksa normal olmayandan korkmak bu kadar kolay mıydı? Bu yüzden ben Berlin'de 1 Mayıs'ta da, Gay Pride Parade'de de kucağında, elinde, arabasında, omzunda çocuğuyla sokağa dökülenleri çok seviyorum.
Çünkü o zaman gerçekten inandıklarını kanıtlamış oluyorlar, herkesin bir olduğunda, farklılığın bunlardan kaynaklanmadığına, herkesi kucaklamanın güzelliğine, demokrasiye, insan haklarına saygıya inandıklarını, ayrımcılığın her çeşidinin karşısında durduklarını, sokakta olmaktan korkmadıklarını kanıtlamış oluyorlar. Çocuklarını böyle bir ortamda yetiştiriyorlar, onlar korkmadığı gibi çocukları da korkmuyor. Darısı herkesin başına.
İnsanız, ne kadar korkmuyorsak o kadar sorarız. Sordukça bazı korkuların belimizi büken, başımızı dik tutmamıza izin vermeyen sırtımıza yapışık küfemizden uçup gittiğini, hafiflediğimizi hissederiz. Ne kadar korkmuyorsak o kadar bilir, o kadar yaşarız. Sokaklarda korkmadan çeşitliliği, farklılığı kutlayabileceğimiz günlerin yakın olmasını diliyorum hepimiz için.
26 Haziran 2009 Cuma
karışmış kafaya iyi gelen şeyler
Ama Berlin durmaz, düşüncelerini böler, rahatsız eder, hayatın akıp gittiğini sürekli bağırır durur kulağına. Duramazsın hayatın akışı içinde, bugün durursan yarın çok pişman olacağını bilirsin. O zaman ne kadar kaldıysa gücün, asılırsın elindekine, kendine, zihnine. Ne kaldıysa öyle bir sarılırsın ki, kaybettiklerini de yerine koyacağın zaman bile gelir. Ne dinlenecek şarkı biter, ne gidilecek yol. Öyle bir yer ve zaman gelir bir de bakarsın ki durmak dönmekten daha zor. Kendini bıraktığında bedenin yazın, çiçek kokusunun, aşkın, sabah hüznünün tadını yine alır.
this is a man's, a man's, a man's world*
24 Haziran 2009 Çarşamba
"bana böylesi garip duygular, bilmem neye gelir nereye gider"
Bazı günler yalnızca şairlerin söyledikleri ekseninde yaşayan, yalnızca onları duyan, anlayan duygusal bünyem bugün de tam da böyle bir gününde.
Güç nerede? Elimi uzattığımda erişebileceğimi hissediyorsam uzatmalı mıyım elimi? Ben korkak olmadığımı sanarken en büyük korkuların dibinde kendi içime saklanmış bekliyor muyum yoksa? Elimi uzatsam, bir adım atsam. Beni üzenlere en çok hata yapma şansımı elimden aldıklarını hissettiğim için kızarım. Çünkü kendini korumaya programlı olan insan aynı hataya düşme ihtimalini göre göre daha ne kadar uzatır ki elini. Tek ihtimal karşımdakinin bana elini uzatması. Ama ya ben bir şeyleri değiştirebilecek yerde dururken korkumda değiştiremiyorsam. İşte bu başlık böyle bir şey. Bazı duygular gelir gider, neden gelir nereye gider bilinmez. Yaşam bazen kanalın karşısındaki Barcelona kadar gerçek, kanalın karşısındaki Barcelona kadar yalan çünkü.
çekmecede bekleyen sararmış mektuplar
İnsan geçmişi nasıl temizler, biri bana bunu anlatsın istiyorum. Adım adım anlatsın, göstersin ki ben de yapabileyim. Çünkü o yük ağırlaştıkça bugünden kopuyorum. Etrafımdakilere attığım sahte gülücüklere, ilgili görünmeye, orada olmaya çalışırken kurduğum saçma cümlelere kendim tahammül edemiyorum. Ben ne zamandır istediğim yerde olamıyorum. Sen olsan istediğin yer neresi derdin. Ben içimden bilirdim neresi olduğunu ama sana diyemezdim. Berlin hala soğuk. Burada herkes yalnız. Bundan sonra herkes yalnız. Sen bana tek başıma ayakta durmayı öğren dedin ve ben öğrendiğimi sandım. Ama yoruldum. Zorlamaktan yoruldum. Soruların beynime üşüşmesinden, cevaplarını verememekten, "kendimi toparlayıp" sürekli bu döngünün içinde yeniden başlamaktan yoruldum. Bunun başka bir yolu olmalı. Bu kadar zor mudur kendini tanıması insanın? Kaç yıl sürer, kaç insan sürer? Bir gün deniz kıyısında bana ne demiştin hatırlıyor musun, benim için bundan sonra önemli olan tek şey yanıma kalacak insanlar demiştin. Ben bir daha görmek istediğimde gitmiş oluyor kimisi. Kimisi hiç gelmemiş oluyor. Sen şimdi onları boşver dersin, onlar gerçek değilmiş demek ki. Öyle belki de. Ben ne kadar gerçeğim peki. Her gün vaktinde kalkıp otobüse binip okula gitmek ne kadar geçrek yapar insanı? Kahvenin nerede ucuz olduğunu düşünmek. Alışveriş yapılacaksa M'e binmek Aldi'ye gitmek. Çamaşır yıkamak. Kitap okumak. Kitap okumak. Tutunamayanlar'ı okuyorsan gerçeklik bir hayli sorgulanabilir bir kavram olur çıkar. Çünkü çok gerçektir orada olup bitenler, ama kendini bu dünyada konumlandırmaya gelince iş, mutsuzluk bu kadar gerçek olmasın istersin. Bedenin yeniden enerjiyle dolsun, hani bazen dolduğu gibi ve o seni bir yere kadar götürsün istersin. Kendinden kullanacağın enerjinin sınırına dayanmışsın gibi. Kendi enerjimin sınırı var mı ki. Cuma günkü sınava çalışmak gerçek yapar mı beni ya da tezimi düşünmek. Düşünmemek mi gerçek yapar insanı, düşünmemek ama yaşamak.
Hayatta yanıma kar kalanları düşünüyorum şimdi, onlar beni gerçek yapıyor, ama uzağımda olmaları çok canımı sıkıyor.
23 Haziran 2009 Salı
"ben her bahar asik olmam ama her bahar gitmek isterim." Berlin'e.
Amsterdam'ın sokaklarının iyi gelmediği bünyemde hala sahte bir turist şehrinin verdiği huzursuzluk var. Berlin'in çoğu zaman alıp yok ettiği uyuşukluğum Amsterdam'da gene beni buldu. Sahte turist şehrinin penislerle vajinalarla, coffee shoplarla hostellerle bezeli sokakları bana saçma bir rahatsızlık hissinden başka bir şey vermedi. Yanımdakilerden mi hoşnut kalamadım şehirden mi, yoksa her şey (yine) havadan mı bilemedim. Burada havalar hep parçalı bulutlu. İnsan bir şehre deli gibi aşık olsa da, tüm eski sevgililerinden daha fazla sevse ve bağlansa da, şehre kök salsa ve şehir de bu bağlanmayı karşılıksız bırakmayıp onun içine işlese de, havanın hep parçalı bulutlu olduğu yerde yaşanmaz, yaşanmıyor. Sıcağı gören Akdenizli olarak üzerindeki kat kat giysileri çıkarıp fırlatma girişimleri her seferinde daha kalınlarını bulup üzerine geçirmeyle sonuçlanan biriyim ben. Parçalı bulutludan ruhu sıkılmış, kemikleri henüz ısınamamış, Berlin'e ilkbaharda aşık olmuş, bir mayıs coşkusunda yürürken aşka göz kırpmış, yazdan umudunu kesmiş biriyim.
Amsterdam'ı bana defalarca methetmiş olan arkadaşlara sesleniyorum, gelin Berlin'i görün. Berlin'in kendine has sentezinde Amsterdam'ın otlarından çekemeyeceğiniz, mantarlarından tadamayacağınız bir sentez var çünkü. Yemeğinden konuşmasına, müziğinden giyimine göçmenlerin her şeyi birbirine katıp karıştırıp dönüştürdüğü, yeniden yarattığı şehir burası. Sonuç ne olmuş derseniz, kimsenin korktuğu gibi farklı kültürlerin çarpışmasından kavgalar, gürültüler kopmamış. Berlin farklı olanların (rahat bırakıldığında) birbirini kucakladığının kanıtlandığı yer olmuş. Ne de olsa müzik evrensel, sanat evrensel, sevmek, sevişmek evrensel, iletişim kurma çabamız, birbirimize dokunma isteğimiz evrensel. Karmaşanın güzelleştiği, güzelleştirdiği bu şehrin güzelliğinde hoşgörünün rolünü atlamamak gerek ama. Ben bir şehrin ne kadar hoşgörülü, farklı olana ne kadar açık olduğunu gaylere, lezbiyenlere tavrına bakarak anlarım.
Bu fotoğraf da Berlin'in nerede durduğunun kanıtıdır kanımca. Sokaklarında yabancı hissetmediğim, turist gibi gezinmediğim tek şehir bu. Kendi memleketimden başka. Ne doğusunda, ne batısında, ne Almanların ortasında, ne Türk mahallesinde. Çeşitliliğin kutlandığı ortamların ne kadar zenginleşebileceğini ve insanoğlunun tüm bu çeşitliliğin göbeğinde birbirini incitmeden, birbirine müdahale etmeden yaşayab,leceğini görüyorum. Bize dayatılandan ne kadar farklı değil mi?
Biz hep farklı olandan korkup onu kendimize benzetmeye çalıştık. Benzetemediğimizde de dışarıda bırakmaya. Oysa insan hayatında çeyrek yüzyılı geride bırakmışken kendisinin bile ne olduğunu, nerede durduğunu bilemiyorsa, emin olduğu çok az şey kalmışsa hayatta ve geri kalanlardan da belki de bir daha hiçbir zaman emin olamayacağını düşünüyorsa, o zaman korkulacak bir şey kalmadığını da anlıyor. Anlıyor anlamasına da, arada korkuyor gene de. Çünkü zafer kazanmak yalnız kalmaktan ibaret olabilir bazen. Ve o zaman haykırmak isteyebilirsin, gel ben kaybettim diye.